müşfik kenter

sura
"Gençliğinde bir “idöldü; şimdi bir “söylence” ... Otuz yaşındayken altmışını geçmiş oyun kişilerini seyirciyi hiç yadırgatmadan canlandırırdı. Bugün altmış üç yaşında ve her tür rolle baş edecek kadar genç. “ incelikli oyuncu” denilince akla ilk gelen isim: Müşfik Kenter.. Kimi sanatçı çalışarak savaşım vererek acı çekerek yetiştirir kendini. Müşfik Kenter ise sahne sanatçısı olmak için doğmuştur. Oynayacağı rolü belkemiğinden kavramasını sağlayan inanılmaz bir sezgiyle donanmış olarak. Tanrı vergisi yakışıklılığını ise yalnızca bir oyuncu kişi gereci olarak değerlendirmiştir. Bu ayrıcalığını kolay yoldan “gösterişli aktör” olabilmek için kullanmadığından, hep “yakışıklı” kalmıştır.
Müşfik Kenter'in iki tür “hayranı” vardır. Kenter kardeşlerin 1950'li yılların sonlarında istanbul'da yaptıkları büyük “çıkış”a tanıklık edip, yıllar boyu onların sadık seyircisi olan bugünkü yaşlı ve orta kuşak; bir de Müşfik'i “ Bir Garip Orhan Veli”yle başlayan “tek kişilik” oyunlar döneminden bu yana tanıyan genç kuşak. 1980'lerde başlayan bu ikinci dönemde Mehmet Baydur'un, oynasın ya da yönetsin diye oyunlar yazdığı, pek çok sanatçı ve tiyatro öğrencisinin “Müşfik Ağabey”i, “Müşfik Hoca”sı, tüm oyuncu adaylarının çapına erişebilmeyi özledikleri bir ustadır... Müşfik'in her iki dönemdeki ürünlerini izlemiş olanlar içinse “usta”lığa çok eski yıllarda geçmiştir Müşfik." diye bahseder cumhuriyet gazetesinde, ayşegül yüksel..

Melih cevdet anday, kendisiyle olan bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Bir gün Atatürk Kültür Merkezi'nde bir konse­re gitmiştim; Müşfik Kenter de geldi, eşi Kadriye Kenter ile En önden dolaşıp yerlerini buldular ve oturdular.

Ne önemli bir olay! Büyük bir sahne yaratıcısı, halkı yıllardan beri sahnedeki kendisiyle büyüleyen, eşsiz bir artist, şimdi sadece bir dinleyici olacaktı demek, sıralardan birinde oturan, bizim gibi sıradan bir dinleyici.

Bu durumu sorunlaştırmakta haklı buluyorum kendimi. Anlığımızda ve imgelemimizde (ikisi ara­sında oldukça büyük bir ayrım var) varılamaz bir yeri olan... Kim o? Bir kişi mi? Nasıl bir kişi ki, sahnede onu seyrederken, kimi zaman (hayır, her zaman) onun tanışı olduğumuzu bile unutuyoruz. Bir büyücü mü? Evet, ilkel toplum büyücülerinden biri. Tanınmış bir etnolog, ilkel toplumdaki büyücünün yalnızca büyü sırasında, diyelim bir hatayı iyileştirmek için ağzından ateşler püskürtürken, ya da kendini çılgınca bir dansa bırakmış iken büyücü olduğunu, ertesi sabah onunla karşılaştığımız­ da (belki de komşumuzdur) hoşbeş edeceğimizi, gü­lüşeceğimizi, el sıkışacağımızı anlatır. Oymağımızdan biridir o, ancak ödevi sırasında bizden ayrılır, ortaya çıkar ya da karşımıza dikilir, güler, ağlar, kızar, eziyet çeker, kimi zaman rahatsız eder, da­ hası korkutur bizi. “ Böylesi bir büyücü tanımı mo­dern geliyor bana” demek, bir anda yadsınmazsa, akla yakın bulunabilir bence, ama sanıyorum ki gerçek hiç de öyle değil. ilkel toplum eşit insanlar­ dan kurulu idi, iş bölümü bu eşitliği neden sonra engelleyebilmiştir. Şöyle de diyebiliriz; ilkel toplum­ da eşitlik, iş bölümünün üstünde idi. (Büyücü komşumuzdu). Çağımız toplumunda ise sanatçılar, bi­lim adamları, yöneticiler, kısacası seçkinler toplum dışı diyebileceğimiz bir küme oluştururlar. Biz on­ları seyrek olarak görürüz ve çok seyrek olarak ko­nuşabiliriz onlarla. Bundan ötürü, hekimimizin dostumuz olması bizi yadırgatmalıdır, büyücülü­ğünü yitirir çünkü. Kim demiş bize hekim büyü­cüdür diye? Kimse dememiş olsa da biz onu öyle görürüz. Bir devlet başkanını yolda koşarken gö­rünce cinnet getirebiliriz. Ama ben bir sabah Ekrem Zeki Ün'ü, Moda yollarında tek başına orkest­ra yöneterek gittiğini görünce hiç yadırgamamıştım. Kendi işini yürütüyordu. Bütün demokratik ilerlemelere karşın kastlaşmış bir toplumdur bizim toplumumuz, seçkinler, deyim yerinde ise, bir aris­tokrasi oluştururlar. Gerçi müzik dinleyicisi de o aristokrasi içindedir, ama bir yaratıcıyı, yanı ba­şındaki sırada görmek gene de şaşırtır onu. Yanım­ da Hamlet mi oturuyor, yoksa Müşfik Kenter mi? Onun dostu olduğum halde ben bile şaşırdım o kon­ser günü.

Ama beni şaşırtan başka bir şey daha oldu o gün; önümüzdeki sırada oturan birkaç hanım, Müşfik Kemer'le Kadriye Kemer'den konuşmaya başladı­lar; Kadriye Kenter'i övdüler, Müşfik Kemer'in yaşamını düzene söktüğünü söylediler. Demek sah­ ne ve seyirci ayrımı onları hiç de ikiliğe düşürmüyordu. Olağanüstü bir dünya olan sahne ile bizim dünyamız arasındaki ilişkiyi uçurumlaştırmıyorlardı, daha doğrusu bu uçurumu sindirebiliyorlardı tinlerine. Çünkü, tanışık olmasalar bile, onunla bü­yük bir yakınlık kuruyorlardı aralarında. işte çözülmesi nerdeyse olanaksız bir sorun! Hangi rol­ deki Müşfik Kenter'le kurulmuştu bu yakınlık? Kimse bu soruyu yanıtlayamaz. Oynadığı bütün rollerden bir “ Müşfik Kenter” çıkarmak ise ola­naksızdır. Şuna sadece “ hayranlık” deyip geçenle­yiz, hayranlık belli bir uzaklığı gerektirir. Üstelik Kadriye Kemer'in, Müşfik Kenter'i düzenli bir ya­ şama sokmuş olmasının (bilmiyorum, böyle mi ol­du?) hayranlık içinde bir yeri yoktur, bu ilgi daha çok bir dostluk ilgisidir. Demek Müşfik Kenter'i sahnede hem de çeşitli karakterlerde görmüş olan seyircimiz, kendisini onun dostu saymakta güçlük çekmiyor, çünkü her gösterimde onunla konuştu­ğunu varsayabiliyor; dahası, diyelim Van Gogh'u, Müşfik Kemer'in anlattığı bir hikâye gibi dinliyor. Böylece de aktör, büyük aktör, o karakterleri kendi kişiliğinin öğeleri durumuna getirmiş oluyor. Can­landırılan kişi, diyelim bir tarihsel kişi ise, bu kişi ile aktörün karıştırıldığı bile görülmüştür. Bir in­giliz rahibi, konuğuna, katil kral III. Richard'ın öldürüldüğü Bosworth savaş alanını gezdirirken, “ işte kral burada 'Bana bir at, bana bir at' diye bağırırken öldürüldü” diyeceğine, aktörün adını söyleyerek “ işte Allin burada 'Bana bir at, bana bir at' diye bağırırken öldürüldü” demiş. Ünlüdür. Diyeceğim, aktörün, oynadığı rolle özdeşleştirilmesi olağan karşılanmalıdır.

Ben Van Gogh'u göremedim, istanbul'da değil­dim, bir kıyı köyünde idim, artık oyunu kışın seyredeceğim. Bizim gazetede Müşfik Kenter'in, Van Gogh olarak fotoğrafını gördüm. Bu fotoğraf beni uzun uzun düşündürdü, özellikle, yaratıcı-rol ilişkisi üzerinde durdum ve yazıma bu konudan başladım.

Yazılı söylev ya da yazınsal dil tiyatroda ne bi­çime girer? Müşfik Kenter bu sorunu en yetkin biçimde çözmüş aktörlerimizden biridir. Daima tra­jik bir aktördür Müşfik, çünkü hep ritüeli canlan­dırır. (Gerçekte tiyatro başka nedir ki!)

Müşfik Kenter özneyi duyurmakla uğraşını do­ruk noktasına eriştirir. Bu özne hem tekildir, hem de zaman dışıdır, seyirciyi şaşırtır, doldurur ve böy­lece de sonuna doğru tümden boşaltır. Sonunda bomboş kalmıştır seyirci. Katarsis ('Arınma' diye yorumladıkları), bundan başka bir şey değildir, kendini yitirmedir ve alkışı getirir, zorunlu kılar. Bir “kendine gelme”dir bu. Tarih birçok alkış çe­şidi görmüştür, (alkamak, beğenmek) bunların tümü arınma değildir, arınmanın tam tersi durum­lardan çıkma alkış da vardır. Seyircinin Müşfik Kenter'i alkışlaması ritüele katılmasındandır. Çünkü ritüel insanı boşaltır. Müşfik Kenter'i seyreder­ken, siz O 'sunuzdur. Kulağa seslenen sanatlar al­ kışı gerekli kılar. Resim sergilerinde alkış duyul­ maması bundandır.

Bir bakıma çağcıl aktör olanaksızdır; çünkü o kendisini hep bir çelişki içinde duyar. Bu çelişki, oyunun nesnesini, çağımız insanının benimseyememesinden doğar. Bu durum iki yana da bir çaresizlik getirir. Bu yüzden Müşfik Kenter hep antik çağda yaşadığı sanısına kapılır. Onun tiyatrodaki giysi dolabında hep birbirine benzeyen maskeler vardır, (Sahnenin giysi dolabı, evdeki giysi dolabından bambaşka bir şeydir, sahnedeki giysi dola­bında zaman durmuştur). Bu maskeler Müşfik Kenter'i zaman zaman bağırtır. Çağını duyumsamış- tır da ondan. Bir başkaldırmadır bu. Müşfik Kenter her oyununda tiyatroya başkaldırır ve onu böy­lece aşar. Hem Müşfik Kenter, hem Van Gogh ola­ bilmesi bundandır. Bir sanat aşılmadan, onun ya­ratıcısı olunamaz.

Müşfik Kenter, rolünü hep zaman dışı oynar. Onu anlamak için tarih bilincinde olmaktan başka çare yoktur. Çünkü o modern bir oyunda bile (belki en çok modern oyunlarda) zamanın geçmekte olduğunu duyurur seyirciye. Bu yüzden de kendi­ni rolüne çaldırmaz. Müşfik Kenter'in dehasını burada aramak gerekir diye düşünüyorum. Maske­ siz aktörün yüzyıllardır süren ikiliğini o çözdü. Oyununu kapalı bir doğa gibi oynadı, bütün gizle­ri, bütün soruları ve yanıtları ile. Ama o doğayı her kez biçimlere çevirdi, insanca kıldı.

Müşfik Kenter'i “ yaratma” ile “ yansıtma” ara­sında yakalamak olanaksızdır. Yansıtırken rastlan­tısal olanı aradan kaldırmakla yaratıcı, yaratırken anlaşılır kılmakta onca direndiği evreni özgünleş­tirir.

Müşfik Kenter, canlandırdığı kahramanın anla­mını göstermez, yaratır. Onu Hamlet'te görmüş­ tüm; sahnenin önünde yere oturdu ve “ To be or not to be...” tiradını söylemeye başladı. Doğallığı aşan bir doğallık içindeydi. Bunun gizini çözeme­dim. Bugün de düşünmekteyim. Müşfik Kenter "doğal” a öykünseydi bunca büyük olamazdı. Onun bütün becerisi, kahramanın iletisini alış bi­çiminden kaynaklanır. Bir başka deyişle, her za­man bir Oracle'dir Müşfik Kenter, sanki rolünü dü­şünmez de tinindeki Sibylle'i dinler sürekli. Yaşa­mın anlamını değil (bunu bulmak olanaksızdır), se­rüvenini gösterir. Sibylle yapıttır.

(uludağ sözlük makalelerimden)

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol