gençlik aşkı

hercule poirot
taş gibi hatundu. itiraf etmek gerekirse, rüyalarımda bile onun gibi biriyle hiç karşılaşmamıştım. tek bir gülüşü insana aklını kaybettirecek denli güzel, bir tek bakışı ölüyü dahi diriltebilecek kadar eşsizdi. sahi, analar neler doğuruyordu öyle!

üniversitedeki en yakın arkadaşımın sevgilisinin bir ahbabıydı. aynı ortamda takılabilmek maksadıyla türlü türlü bahaneler yaratıyordum. kalabalıklar içinde ne yapsa dikkatleri hemen üzerine çekiyordu. selamlaşıp o tatlı tebessümü ile ödüllendirdiği her erkeğin sülalesine sessizce sövüyor, tanışıklığımızın üzerinden haftalar geçmesine karşın hislerimi hala anlayamamış olmasından ölesiye nefret ediyordum. korkaklığım, her geçen gün üstüne koyarak istikrarlı bir şekilde miraca yükseliyordu.

her şeye rağmen aramızdaki isimsiz ilişkinin yemyeşil gözlerinde parlayan farkındalığı bana yetiyor da artıyordu.

bir akşam yine cümbür cemaat toplanıp bir cafeye gidiyorduk. doğrusu iyi vakit geçirdiğimizi düşünüyordum. zira onun tam yanında oturuyordum ve saçlarından yayılan mis gibi koku başımı döndürüyordu. arada bir kafasını benden tarafa çeviriyor, "açılacaksan açıl bre şapşal, bunu nasıl beklediğimi göremiyor musun" dercesine bembeyaz, inci gibi dişleriyle gülümsüyordu. önüne çıkan her şeyi acımasızca yutan bir ter dalgası, sırtımdan kıçıma doğru ilerliyordu.

sonra grup arasında anlamsız bir sessizlik peyda oluyordu. ve bu sıkıcı dakikaların büyüsünü bozma görevi tabii ki benim amip arkadaşıma düşüyordu:

-Poirot be, hadi bize bir şarkı söyle. itiraz istemiyoruz, tamam mı? böylece sesinin ne kadar güzel olduğunu herkes öğrenmiş olur.

heyecanlanıyordum. kalbim küt küt atıyordu. fakat neticede bir yerden başlamak gerekiyordu ve nihayet hayatımı değiştirmek üzere kesin, keskin bir start veriyordum.

sesimdeki yanıklık, masadan yankılanan fısıltılara karşı kahramanca bir mücadele verirken gözlerim onu arıyordu. işte sevdiceğim hemen yanıbaşımda durmuş, sanki bir an evvel kollarıma atılmak üzere uygun anı kolluyordu.

artık resmen küçük ibo gibi çığırıyordum. şarkının en vurucu yerinde meleğimin,

-Poirot!

diye seslendiğini duyuyordum. müthiş bir şaşkınlıkla haykırışlarıma ara verip,

+efendim? diyordum.

-kim söylüyor şu şarkıyı?
+ehehe. mustafa keser.
-hımm. peki. bırak da o söylesin...
hercule poirot
lisenin en havalı kızlarından birini gözüme kestirmiştim. ismi şebnemdi. dostlarım her ne kadar şansımı fazla zorladığımı ve hayaller dünyasında yaşadığımı söylese de kesinlikle yolumdan dönmeyecek, kalbimin sesini dinleyecektim. tek problem kızın neredeyse hiç yalnız gezmemesiydi.

hele büşra adındaki arkadaşı bir gölgeden ayırt etmesi zor olan varlığıyla hep ensesindeydi. boylu poslu, toplu, sinsi ve sevimsiz bir tipti büşra. beni her haliyle korkuturdu.

günlerce bekledim. baktım olacağı yok, tüm cesaretimi toplayıp kantinde her zamanki gibi yine ikisi bir aradayken şakkadanak masalarına oturdum ve ağızlarını açmalarına fırsat vermeden konuya girdim. ağdalı bir türkçeyle süslü aşk cümlelerimin işe yaramasını umuyordum.

sessizleştiler. en yakın arkadaşının durgunluğu ve etrafı dalgın fakat hüzün dolu bakışlarla süzmesi karşısında şaşkına dönen büşra;

-saçmalama kızım, herhalde bu öküzün teklifini kabul etmeyeceksin diye patlarken iri göğüsleri hızla aşağı yukarı sallandı.

ondan bir cevap alamayınca araya girme gereği hissettim.
nedenmiş o, lütfen söyler misin dedim.

yancı mahluk, anlamlandıramadığım türde bir öfke nöbeti geçiriyordu. gök gürültüsü misali gürledi.

-çirkinsin oğlum sen. şu tiple bu güzel kızı tavlayabileceğini nasıl düşünürsün? hiç mi utanman arlanman yok? defol çabuk yoksa imdat diye bağıracağım.

+arkadaşının yerine konuşmayı bırak şimdi, hem kendi kararını kendisi verebilir herhalde, öyle değil mi dedim.

daha lafımı bitirir bitirmez şebnem hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. tanrım, ağlarken bile çekici, baştan çıkarıcıydı. yaşananlardan bu denli etkilenmesini normal karşılamakla birlikte duygulandım, içim cız etti.

büşra böğürüyordu artık:

-aptal çocuk! salak salak bakacağına koş da şuradan ıslak mendil gibi bi şey al getir dedi.

en az özcan deniz'in hadi hadi meleğim albümü kadar boş olan ceplerimi yoklarken;

-inanmıyorum, fakirmiş bir de. sittir git lan kaybol diye bağırdı. göz ucuyla herkesin suspus vaziyette bizi izlediğini fark ettim. ciyak ciyak ağlamayı sürdüren kıza doğru bakarak;

+tamam ama hiç olmazsa... diyecek oldum. büşra hışımla sandalyesinden kalkıp üstüme düştü. annesine çıkma teklifi etsem aynı tepkiyi gösterir miydi bilmiyorum ama kafama, çeneme, burnuma allah ne verdiyse acımadan defalarca vurdu. bir kızdan dayak yemenin tadına ilk kez o gün vardım.

çok sonraları şebnem'in salyalı sümüklü tepkisinin sebebi de gün yüzüne çıktı. her ortamda "nasıl korktum anlatamam şekerim. o ucube nesine güvenip de gelmiş, az daha yüreğime iniyordu. bu kadar mı düştüm, gerçekten bunlara mı layığım ben, çalı çırpıya sürterim daha iyi ayol" diyor, o anlar aklına geldikçe hâlâ ürperiyormuş.

çarem yoktu. sevdamı kalbime gömerek inzivaya çekildim. uçsuz bucaksız internet deryasında ordan oraya savruldum. aradan iki ay geçti. ölümcül ebony milf double penetrasyon hastalığına yakalanmıştım...

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol