işe yeni girmiş genç bir kızı sürekli "seni oğluma alacağım kaçarın yok, bana himmet bey deme baba de, duydunuz mu şule artık benim gelinim ona göre ha" falan diyerek darlıyordu müdür olacak herif. küçük de olsa olumlu bir reaksiyon alsa adamın bu tavırlarına belki gülüp geçerdim fakat genç kızın, adamı her seferinde ciddi bir ifadeyle kim bilir kaç kez "lütfen yapmayın, burası bir iş yeri, insanlar yanlış anlayacak, ne olursunuz hiç sırası değil" gibi gayet nazikçe uyarmasına rağmen şebeklik kaldığı yerden devam edince insanın tepesi atıyordu.
ciddi bir iş yapıyorduk. en ufak bir hatada veya dikkatsizlikte başımıza inanılmaz belalar açılabilirdi. böylesine riskli bir ortamda neredeyse her gün mecbur bırakıldığımız "az evvel oğlumu aradım, hazır ol birazdan seninle tanışmak için gelecek hehe" laubaliliğine daha ne kadar dayanabileceğimi düşünürken aklıma bir fikir geldi.
kızı köşeye çekerek "bir daha o şekilde sırnaşırsa bir sevgilin olduğunu söyle" dedim. kâr etmedi. ne var yani ayrılırsınız, inan bana oğlum için değer dedi müdür. durmuyor, gittikçe çirkinleşiyordu.
bir gün öğle yemeği molasında ikisini diğerleriyle birlikte yemekhanede buldum. kızcağızı masada adeta zorla tutuyor, telefonundan muhtemelen oğlunun fotoğraflarını gösteriyordu. kız benden tarafa bakıp boyun bükünce yanlarına gidip bir sandalye çektim. ekranda yakışıklı genç bir adamla oldukça güzel bir dişi vardı. fırsatı geri tepemezdim.
-şu hoş hanımefendi de kim himmet bey?
normalde soruyu kayıtsız bir sana ne ile geçiştirebilirdi lakin keyfini bozmadı.
+o mu, bir tanecik kızım.
-ne kadar tatlı maşallah.
+sağol Poirot.
-nişanlısı sözlüsü falan var mı?
afalladığını hissettim.
+yok. neden sordun?
-çünkü beğendim. allah'ın emriyle kızınızı bana verir misiniz?
-sen neler saçmalıyorsun?
+sakin olun. inanın çok ciddiyim. derhal evlenebiliriz.
öfkelenmeye başladı. amma eğleniyordum.
-bu ne terbiyesizlik ne hadsizliktir. hangi cüretle bana bunları söylüyorsun?
+sadece onu mutlu etmek istiyorum efendim.
-yeter kes!
gürleye gürleye arkasına bile bakmadan masayı terk etti. peşi sıra seslendim:
+saadetimize asla engel olamayacaksınız...
oysa tartışmanın büyümesini, üzerime yürümesini dilerdim. ağzıyla burnunun yer değiştirdiğini düşlerken görev yerimin değiştirildiğini öğrendim. sağlık olsundu.
hercule poirot
1. nesil Moderatör - 14. Seviye Hava Ruhbanı - Moderatör
- toplam entry 321
- takipçi 10
- puan 27955
başyapıt niteliğinde, binlerce mısradan oluşan bir nazım hikmet şiiridir.
"söyleyecek ne kadar güzel sözlerim vardı insanlara,
bana hiçbirini söyletmediler.
hep aynı bokun soyudur en kötünüz,
en iyiniz."
"söyleyecek ne kadar güzel sözlerim vardı insanlara,
bana hiçbirini söyletmediler.
hep aynı bokun soyudur en kötünüz,
en iyiniz."
taş gibi hatundu. itiraf etmek gerekirse, rüyalarımda bile onun gibi biriyle hiç karşılaşmamıştım. tek bir gülüşü insana aklını kaybettirecek denli güzel, bir tek bakışı ölüyü dahi diriltebilecek kadar eşsizdi. sahi, analar neler doğuruyordu öyle!
üniversitedeki en yakın arkadaşımın sevgilisinin bir ahbabıydı. aynı ortamda takılabilmek maksadıyla türlü türlü bahaneler yaratıyordum. kalabalıklar içinde ne yapsa dikkatleri hemen üzerine çekiyordu. selamlaşıp o tatlı tebessümü ile ödüllendirdiği her erkeğin sülalesine sessizce sövüyor, tanışıklığımızın üzerinden haftalar geçmesine karşın hislerimi hala anlayamamış olmasından ölesiye nefret ediyordum. korkaklığım, her geçen gün üstüne koyarak istikrarlı bir şekilde miraca yükseliyordu.
her şeye rağmen aramızdaki isimsiz ilişkinin yemyeşil gözlerinde parlayan farkındalığı bana yetiyor da artıyordu.
bir akşam yine cümbür cemaat toplanıp bir cafeye gidiyorduk. doğrusu iyi vakit geçirdiğimizi düşünüyordum. zira onun tam yanında oturuyordum ve saçlarından yayılan mis gibi koku başımı döndürüyordu. arada bir kafasını benden tarafa çeviriyor, "açılacaksan açıl bre şapşal, bunu nasıl beklediğimi göremiyor musun" dercesine bembeyaz, inci gibi dişleriyle gülümsüyordu. önüne çıkan her şeyi acımasızca yutan bir ter dalgası, sırtımdan kıçıma doğru ilerliyordu.
sonra grup arasında anlamsız bir sessizlik peyda oluyordu. ve bu sıkıcı dakikaların büyüsünü bozma görevi tabii ki benim amip arkadaşıma düşüyordu:
-Poirot be, hadi bize bir şarkı söyle. itiraz istemiyoruz, tamam mı? böylece sesinin ne kadar güzel olduğunu herkes öğrenmiş olur.
heyecanlanıyordum. kalbim küt küt atıyordu. fakat neticede bir yerden başlamak gerekiyordu ve nihayet hayatımı değiştirmek üzere kesin, keskin bir start veriyordum.
sesimdeki yanıklık, masadan yankılanan fısıltılara karşı kahramanca bir mücadele verirken gözlerim onu arıyordu. işte sevdiceğim hemen yanıbaşımda durmuş, sanki bir an evvel kollarıma atılmak üzere uygun anı kolluyordu.
artık resmen küçük ibo gibi çığırıyordum. şarkının en vurucu yerinde meleğimin,
-Poirot!
diye seslendiğini duyuyordum. müthiş bir şaşkınlıkla haykırışlarıma ara verip,
+efendim? diyordum.
-kim söylüyor şu şarkıyı?
+ehehe. mustafa keser.
-hımm. peki. bırak da o söylesin...
üniversitedeki en yakın arkadaşımın sevgilisinin bir ahbabıydı. aynı ortamda takılabilmek maksadıyla türlü türlü bahaneler yaratıyordum. kalabalıklar içinde ne yapsa dikkatleri hemen üzerine çekiyordu. selamlaşıp o tatlı tebessümü ile ödüllendirdiği her erkeğin sülalesine sessizce sövüyor, tanışıklığımızın üzerinden haftalar geçmesine karşın hislerimi hala anlayamamış olmasından ölesiye nefret ediyordum. korkaklığım, her geçen gün üstüne koyarak istikrarlı bir şekilde miraca yükseliyordu.
her şeye rağmen aramızdaki isimsiz ilişkinin yemyeşil gözlerinde parlayan farkındalığı bana yetiyor da artıyordu.
bir akşam yine cümbür cemaat toplanıp bir cafeye gidiyorduk. doğrusu iyi vakit geçirdiğimizi düşünüyordum. zira onun tam yanında oturuyordum ve saçlarından yayılan mis gibi koku başımı döndürüyordu. arada bir kafasını benden tarafa çeviriyor, "açılacaksan açıl bre şapşal, bunu nasıl beklediğimi göremiyor musun" dercesine bembeyaz, inci gibi dişleriyle gülümsüyordu. önüne çıkan her şeyi acımasızca yutan bir ter dalgası, sırtımdan kıçıma doğru ilerliyordu.
sonra grup arasında anlamsız bir sessizlik peyda oluyordu. ve bu sıkıcı dakikaların büyüsünü bozma görevi tabii ki benim amip arkadaşıma düşüyordu:
-Poirot be, hadi bize bir şarkı söyle. itiraz istemiyoruz, tamam mı? böylece sesinin ne kadar güzel olduğunu herkes öğrenmiş olur.
heyecanlanıyordum. kalbim küt küt atıyordu. fakat neticede bir yerden başlamak gerekiyordu ve nihayet hayatımı değiştirmek üzere kesin, keskin bir start veriyordum.
sesimdeki yanıklık, masadan yankılanan fısıltılara karşı kahramanca bir mücadele verirken gözlerim onu arıyordu. işte sevdiceğim hemen yanıbaşımda durmuş, sanki bir an evvel kollarıma atılmak üzere uygun anı kolluyordu.
artık resmen küçük ibo gibi çığırıyordum. şarkının en vurucu yerinde meleğimin,
-Poirot!
diye seslendiğini duyuyordum. müthiş bir şaşkınlıkla haykırışlarıma ara verip,
+efendim? diyordum.
-kim söylüyor şu şarkıyı?
+ehehe. mustafa keser.
-hımm. peki. bırak da o söylesin...
günlük hayatında ağır başlı, suya sabuna dokunmayıp kimsenin tavuğuna kış demeyen kendi halinde birinin şoför koltuğuna oturunca aksi, nalet, küfürbaz, evlat olsa sevilmez bir karaktere bürünerek çığrından çıkması kederi.
amca kişisi tv'de rastgelen en küçük bir öpüşme sahnesinde kumandaya uzanıp kanalı değiştirir ve bu devinimi ile memleket kurtardığını zanneder.
dayı ise daha içtendir. hemen her fırsatta " sende porno cd var mı yiyenim" diye sorar.
dayı ise daha içtendir. hemen her fırsatta " sende porno cd var mı yiyenim" diye sorar.
adamı fıtık eder.
acemi birliğinde allahın her günü yürüyüş eğitimi veriliyordu. eğitim çavuşu ayaklarımızı asfalta sağlam vurmamız ve her adımda botlardan rap rap diye ses çıkması için nefes aldırmıyordu. zira yemin törenine az bir zaman kalmıştı.
yine rutin bir prova sabahı sağ bacağımı var gücümle tam bastığım sırada yere yığıldım. belime inanılmaz, dayanılmaz bir ağrı girmişti. devreler etrafıma toplanmış, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. el birliğiyle bir taraflarımdan tutup beni doğrultmaya kalkıştılar. sancı kısa sürede bütün vücuduma yayılmış, kaskatı kesilmiştim. billahi oracıkta öleceğimi sandım. kulaklarım dört bir yandan gelen ne oldu, neyin var, söylesene, iyi misin soruları nedeniyle uğulduyor, hangi birine cevap versem diye düşünürken aklım karışıyor, iyice soluksuz kalıyordum.
hüngür hüngür ağladığımı fark ettim. ama ne ağlama. tülay geri dön diye tepinen beyamca bile yanımda olgun, babacan bir babayiğit kalırdı. tüm askerler şoke olmuş halde hayret ve acıma dolu gözlerle bana bakıyordu. onların bu vaziyetini görünce sızlanmalarım ve zırlamalarım arttı. daha yüksek bir sesle göz yaşı dökmeye başladım.
fıtığım azmıştı. revirde ağrı kesici bir iğne yapıp yatağıma yatırdılar. bölük komutanı akşama doğru birkaç çavuşla birlikte halimi hatrımı sormak üzere koğuşa uğradı. gerek ondan hiç beklenmeyecek bir incelik gösterdiğinden, gerek zaten alt üst olmuş psikolojim yüzünden yine duygulandım, gözlerim doldu.
-geçmiş olsun oğlum.
+sağolun komutühühü...
-tamam yeter. geçti bak, iyisin artık.
+aağğhhh...
-şunu susturun!
adım tez vakitte ağlak adama çıkmıştı. acemisi ustası herkes birbirine parmakla beni işaret ediyordu. hemen her ortamda " ağlayıp duran bu muymuş lan, vay utanmaz, ben olsam insan içine çıkamam valla" gibi fısıldaşmalara denk düşüyor, dişimi sıkıp duymazdan görmezden geliyordum. hayat garip, insanoğlu meğer her şeye alışıyormuş.
acemi birliğinde allahın her günü yürüyüş eğitimi veriliyordu. eğitim çavuşu ayaklarımızı asfalta sağlam vurmamız ve her adımda botlardan rap rap diye ses çıkması için nefes aldırmıyordu. zira yemin törenine az bir zaman kalmıştı.
yine rutin bir prova sabahı sağ bacağımı var gücümle tam bastığım sırada yere yığıldım. belime inanılmaz, dayanılmaz bir ağrı girmişti. devreler etrafıma toplanmış, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. el birliğiyle bir taraflarımdan tutup beni doğrultmaya kalkıştılar. sancı kısa sürede bütün vücuduma yayılmış, kaskatı kesilmiştim. billahi oracıkta öleceğimi sandım. kulaklarım dört bir yandan gelen ne oldu, neyin var, söylesene, iyi misin soruları nedeniyle uğulduyor, hangi birine cevap versem diye düşünürken aklım karışıyor, iyice soluksuz kalıyordum.
hüngür hüngür ağladığımı fark ettim. ama ne ağlama. tülay geri dön diye tepinen beyamca bile yanımda olgun, babacan bir babayiğit kalırdı. tüm askerler şoke olmuş halde hayret ve acıma dolu gözlerle bana bakıyordu. onların bu vaziyetini görünce sızlanmalarım ve zırlamalarım arttı. daha yüksek bir sesle göz yaşı dökmeye başladım.
fıtığım azmıştı. revirde ağrı kesici bir iğne yapıp yatağıma yatırdılar. bölük komutanı akşama doğru birkaç çavuşla birlikte halimi hatrımı sormak üzere koğuşa uğradı. gerek ondan hiç beklenmeyecek bir incelik gösterdiğinden, gerek zaten alt üst olmuş psikolojim yüzünden yine duygulandım, gözlerim doldu.
-geçmiş olsun oğlum.
+sağolun komutühühü...
-tamam yeter. geçti bak, iyisin artık.
+aağğhhh...
-şunu susturun!
adım tez vakitte ağlak adama çıkmıştı. acemisi ustası herkes birbirine parmakla beni işaret ediyordu. hemen her ortamda " ağlayıp duran bu muymuş lan, vay utanmaz, ben olsam insan içine çıkamam valla" gibi fısıldaşmalara denk düşüyor, dişimi sıkıp duymazdan görmezden geliyordum. hayat garip, insanoğlu meğer her şeye alışıyormuş.
notalara fısıldayan benzersiz bestekar, eşsiz ses.
Sadece sevgiliden değil herkesten ve her şeyden vazgeçme isteği ile dolup taşıran bir sezen aksu şarkısı.
https://m.youtube.com/watch?v=83PXWOoucDU&pp=ygUVdmF6Z2XDp3RpbSBzZXplbiBha3N1
https://m.youtube.com/watch?v=83PXWOoucDU&pp=ygUVdmF6Z2XDp3RpbSBzZXplbiBha3N1
yıldız tilbe'nin gözbebeği, her şeyidir.
https://m.youtube.com/watch?v=6pYgGItOqtE&pp=ygULZGVsaWthbmzEsW0%3D
https://m.youtube.com/watch?v=6pYgGItOqtE&pp=ygULZGVsaWthbmzEsW0%3D
hiçbir şarkısı delikanlım kadar çarpıcı olmayan kadın.
samimiyeti yeni yeni ilerlettiğim bi arkadaş, akşam yemeğine davet etti beni bi gün. eşim için sorun değil, hem kızımı da görmüş olursun dedi. geri çevirmek istemedim. karanlık çökünce evlerine yollandım.
kapıyı kel arkadaşım açtı. kendisini övmek gibi olmasın, dışarıdan bakınca güzel allah'ım, bu bile evlendiyse ben hayatta evde kalmam diye içten içe sevinip şükretmeye sebep kimseler vardır hani; işte zatalileri bu tip tiplemelerin kanlı canlı tipik bir örneği olur.
odaya geçtik. gitti çocuğunu getirdi. kucağıma alıp biraz seveyim dedim. yavrucak bir anda cin çarpmış gibi çırpınmaya başladı. agucuk magucuk yaparak durumu kurtarmaya çalıştım. haspam bu kez altına kaçırıp üstüme işedi. babası o dakika sadece bana bakıp adeta "aynen beyim, ben bile evlendiysem, sen evde kalır mısın hiç" anlamında pis pis dişlerini göstermekle meşguldü.
sonra salona ufak tefek, başörtülü, kafasını kaldırıp bir kere bile yüzüme bakmayacak kadar çekingen, yanakları al al sevimli bir kadın girdi. bütün dikkatini elindeki tepsiye yoğunlaştırmış, bir an evvel şu lanet olası çay servisini yapıp mutfağına geri dönmek üzere sabırsızlandığı her halinden belli, oldukça genç bir kadın. uzakları seyrederek fincanı doldurup bana doğru uzatırken:
-hoş geldiniz dedi. gülümsedim. ağzımı açıp bir saniye sonra hoş buldum diyecektim ki, kel konuştu:
+bu da bizim karı.
kapıyı kel arkadaşım açtı. kendisini övmek gibi olmasın, dışarıdan bakınca güzel allah'ım, bu bile evlendiyse ben hayatta evde kalmam diye içten içe sevinip şükretmeye sebep kimseler vardır hani; işte zatalileri bu tip tiplemelerin kanlı canlı tipik bir örneği olur.
odaya geçtik. gitti çocuğunu getirdi. kucağıma alıp biraz seveyim dedim. yavrucak bir anda cin çarpmış gibi çırpınmaya başladı. agucuk magucuk yaparak durumu kurtarmaya çalıştım. haspam bu kez altına kaçırıp üstüme işedi. babası o dakika sadece bana bakıp adeta "aynen beyim, ben bile evlendiysem, sen evde kalır mısın hiç" anlamında pis pis dişlerini göstermekle meşguldü.
sonra salona ufak tefek, başörtülü, kafasını kaldırıp bir kere bile yüzüme bakmayacak kadar çekingen, yanakları al al sevimli bir kadın girdi. bütün dikkatini elindeki tepsiye yoğunlaştırmış, bir an evvel şu lanet olası çay servisini yapıp mutfağına geri dönmek üzere sabırsızlandığı her halinden belli, oldukça genç bir kadın. uzakları seyrederek fincanı doldurup bana doğru uzatırken:
-hoş geldiniz dedi. gülümsedim. ağzımı açıp bir saniye sonra hoş buldum diyecektim ki, kel konuştu:
+bu da bizim karı.
diz boyu sığır ötesiliktir.
Küçük kardeşim yaramazlık yapsın, bir şeyleri kırıp parçalasın diye resmen pusuya yatmıştım. kafaya koymuştum bir kere, süper kahramanlar gibi ortaya atılarak onun kabahatini üstüme alacak, gerek onun gerek anne babamın gözbebeği olacaktım.
bir gün beklediğim fırsat elime geçti. annemi kardeşimin elbisesinden yakalamış avazı çıktığı kadar bağırırken buldum. meselenin ne olduğu umrumda bile değildi. saçlarımı ellerimle geriye doğru savurup tıpkı cüneyt arkın misali hönkürdüm:
-bırak onu. zavallının hiçbir günahı yok. ben yaptım!
hatırladığım son şey, "ne, demek sendin ha!" diyerek godzillayı kıskandırırcasına üstüme doğru yürüyen annem, onun balyoz kuvvetindeki darbeleri ve benim doğum vakti yaklaşmış hamile bir gergedanın çıkardığı sesleri gölgede bırakan çığlıklarım oldu.
Küçük kardeşim yaramazlık yapsın, bir şeyleri kırıp parçalasın diye resmen pusuya yatmıştım. kafaya koymuştum bir kere, süper kahramanlar gibi ortaya atılarak onun kabahatini üstüme alacak, gerek onun gerek anne babamın gözbebeği olacaktım.
bir gün beklediğim fırsat elime geçti. annemi kardeşimin elbisesinden yakalamış avazı çıktığı kadar bağırırken buldum. meselenin ne olduğu umrumda bile değildi. saçlarımı ellerimle geriye doğru savurup tıpkı cüneyt arkın misali hönkürdüm:
-bırak onu. zavallının hiçbir günahı yok. ben yaptım!
hatırladığım son şey, "ne, demek sendin ha!" diyerek godzillayı kıskandırırcasına üstüme doğru yürüyen annem, onun balyoz kuvvetindeki darbeleri ve benim doğum vakti yaklaşmış hamile bir gergedanın çıkardığı sesleri gölgede bırakan çığlıklarım oldu.
bir nevi rehabilitedir.
işten eve dönüyordum. yorgun ve keyifsizdim. ellerinde meşin yuvarlak ve kale namına kayda değer pek bir şey olmasa da futbol oynamaya çalışan beş altı tane velede takıldı gözüm. aralarında en az dört metrelik bir mesafe bulunan iki koca taş yığınının tam ortasına Claudio taffarel misali dikilip takım arkadaşlarını gaza getirmeye çalışan ve maçı heyecanla takip eden kara kuru, eciş bücüş minik kaleciye yöneldim. maksat hem küçük bir çocukla biraz laflayıp kafa dağıtmak, hem de bir yetişkinin alakasına mazhar olduğu için
muhtemelen kendisini büyümüş hissedecek bir sabi sevindirmekti.
arkasından usulca sokulup yanına yaklaştım:
-naber dostum nasıl gidiyor?
+süper. üç sıfır öndeyiz.
-yok yahu, aferin. hey söylesene, messi mi daha iyi ronaldo mu?
+ikisi de neymar'ın bokunu yesin! futbolcu mu onlar lan?
sohbet beklemediğim bir çehreye büründüğünden hoşnutsuzlukla yüzümü buruşturdum.
-ne biçim sözler bunlar, sana hiç yakışıyor mu dedim.
demez olaydım.
+niye lan, neyi beğenmedin? amma kibarsın ha, yoksa top musun sen ehehe deyip sırıttı.
dehşete kapılmıştım. ne cevap vereceğimi düşünürken var gücüyle arkadaşlarına doğru seslendi:
+çocuklar koşun buraya gelin. bu adam topmuş hehehe...
sonra hepsi birlikte oyunu yarıda kesip bana bakarak kahkaha atmaya başladı. hatta içlerinden birkaç tanesi gülmekten yerlere yuvarlandı. kötü bir rüya görüyor olmalıydım.
özgüveni boyundan büyük hayali file bekçisini şöyle bi süzdüm. bacak kadardı ve iki ön dişinin yerinde yeller esiyordu. tanrım, ne kadar da çirkin bir şeydi.
sizi yaramazlar diye mırıldanıp evimin yolunu tuttum. peşimden hâlâ deli gibi uluyorlar, akrabalarımla ilgili hayatımda daha önce hiç duymadığım acayip küfürler ediyorlardı.
işten eve dönüyordum. yorgun ve keyifsizdim. ellerinde meşin yuvarlak ve kale namına kayda değer pek bir şey olmasa da futbol oynamaya çalışan beş altı tane velede takıldı gözüm. aralarında en az dört metrelik bir mesafe bulunan iki koca taş yığınının tam ortasına Claudio taffarel misali dikilip takım arkadaşlarını gaza getirmeye çalışan ve maçı heyecanla takip eden kara kuru, eciş bücüş minik kaleciye yöneldim. maksat hem küçük bir çocukla biraz laflayıp kafa dağıtmak, hem de bir yetişkinin alakasına mazhar olduğu için
muhtemelen kendisini büyümüş hissedecek bir sabi sevindirmekti.
arkasından usulca sokulup yanına yaklaştım:
-naber dostum nasıl gidiyor?
+süper. üç sıfır öndeyiz.
-yok yahu, aferin. hey söylesene, messi mi daha iyi ronaldo mu?
+ikisi de neymar'ın bokunu yesin! futbolcu mu onlar lan?
sohbet beklemediğim bir çehreye büründüğünden hoşnutsuzlukla yüzümü buruşturdum.
-ne biçim sözler bunlar, sana hiç yakışıyor mu dedim.
demez olaydım.
+niye lan, neyi beğenmedin? amma kibarsın ha, yoksa top musun sen ehehe deyip sırıttı.
dehşete kapılmıştım. ne cevap vereceğimi düşünürken var gücüyle arkadaşlarına doğru seslendi:
+çocuklar koşun buraya gelin. bu adam topmuş hehehe...
sonra hepsi birlikte oyunu yarıda kesip bana bakarak kahkaha atmaya başladı. hatta içlerinden birkaç tanesi gülmekten yerlere yuvarlandı. kötü bir rüya görüyor olmalıydım.
özgüveni boyundan büyük hayali file bekçisini şöyle bi süzdüm. bacak kadardı ve iki ön dişinin yerinde yeller esiyordu. tanrım, ne kadar da çirkin bir şeydi.
sizi yaramazlar diye mırıldanıp evimin yolunu tuttum. peşimden hâlâ deli gibi uluyorlar, akrabalarımla ilgili hayatımda daha önce hiç duymadığım acayip küfürler ediyorlardı.
kafa dengi kimselere denk gelince tadı damakta kalandır.
şu yaşıma kadar yalnızca bir defa muğla izmir arasını otostopla kat ederek plansız programsız çıktığım bu yolda kendimi gecenin bir körü dedemlere misafir olma salaklığıyla baş başa buldum.
torununa o saatte kapıyı açan yaşlı adam gördüğü manzara karşısında afallamış, şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz hadi içeri demeyi anca akıl edebilmişti.
-hayırdır inşallah oğul?
+öyle aklıma esti, sizi bi göreyim istedim.
-iyi etmişsin, iyi etmişsin de nasıl vardın buralara, otobüsle mi?
+yok, otostop çekerek.
-otops ney?
+otostop. onun bunun arabasıyla dede.
-beleşe yani heheh...
birkaç dakika sonra ninem yanıbaşımızda bitip en sevdiği yavrusunu sevgiyle bağrına bastı:
-oy kurban olduğum... hoş gelmişsin... yahu bu vakitlerde otobüs falan var mı? neyle geldin?
kocası benden evvel davranıp şiir gibi sardığı cıgarasını ateşlerken eşine cevap verdi:
+otuspir çekerek gelmiş.
şu yaşıma kadar yalnızca bir defa muğla izmir arasını otostopla kat ederek plansız programsız çıktığım bu yolda kendimi gecenin bir körü dedemlere misafir olma salaklığıyla baş başa buldum.
torununa o saatte kapıyı açan yaşlı adam gördüğü manzara karşısında afallamış, şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz hadi içeri demeyi anca akıl edebilmişti.
-hayırdır inşallah oğul?
+öyle aklıma esti, sizi bi göreyim istedim.
-iyi etmişsin, iyi etmişsin de nasıl vardın buralara, otobüsle mi?
+yok, otostop çekerek.
-otops ney?
+otostop. onun bunun arabasıyla dede.
-beleşe yani heheh...
birkaç dakika sonra ninem yanıbaşımızda bitip en sevdiği yavrusunu sevgiyle bağrına bastı:
-oy kurban olduğum... hoş gelmişsin... yahu bu vakitlerde otobüs falan var mı? neyle geldin?
kocası benden evvel davranıp şiir gibi sardığı cıgarasını ateşlerken eşine cevap verdi:
+otuspir çekerek gelmiş.
şehirler arası yolculuklarda kısa bir süreliğine de olsa illa ki ziyaret edilen, gürültü/görüntü kirliliğinden ve keşmekeşten uzak, ufak tefek birkaç işletme de hizmet vermese hiçbir hayat belirtisi göstermeyecek, havasını soluyunca bile ciğerleri pare pare eyleyen durak.
ant içmiş gibi her olayda ne yapıp edip öyle veya böyle beni bir şekilde gücendiren ve sanırım bundan şeytani bir haz duyan dünyalığım.
kapı çaldı akşam. epey yaşlı komşumu kocaman bir tencere dolusu dumanı üstünde pişi ile eşiğin hemen arkasında bekler buldum. mis gibi kokuyordu pişiler. çok acıkmıştım. tesadüfün de bu kadarıydı. veya tevafukun. her ne karın ağrısıysa işte.
yine de ihtiyarın ulan ne görmemiş adam diye düşünmemesi için başta, yahu teyzecim bu ne zahmet, valla hiç gerek yoktu, hayatta kabul edemem gibisinden biraz nazlandım. kadın estağfurullah evladım der demez elindeki tencereyi pençelerimle kaparak direkt mutfağa yöneldim.
henüz yarı yolda adımı seslenen nur yüzlüye doğru dönüp efendim derken bile mutluluktan ağzım hâlâ kulaklarımdaydı.
-hepsini sana getirmedim dedi. daire başı üç pişi!
kapı çaldı akşam. epey yaşlı komşumu kocaman bir tencere dolusu dumanı üstünde pişi ile eşiğin hemen arkasında bekler buldum. mis gibi kokuyordu pişiler. çok acıkmıştım. tesadüfün de bu kadarıydı. veya tevafukun. her ne karın ağrısıysa işte.
yine de ihtiyarın ulan ne görmemiş adam diye düşünmemesi için başta, yahu teyzecim bu ne zahmet, valla hiç gerek yoktu, hayatta kabul edemem gibisinden biraz nazlandım. kadın estağfurullah evladım der demez elindeki tencereyi pençelerimle kaparak direkt mutfağa yöneldim.
henüz yarı yolda adımı seslenen nur yüzlüye doğru dönüp efendim derken bile mutluluktan ağzım hâlâ kulaklarımdaydı.
-hepsini sana getirmedim dedi. daire başı üç pişi!
lisenin en havalı kızlarından birini gözüme kestirmiştim. ismi şebnemdi. dostlarım her ne kadar şansımı fazla zorladığımı ve hayaller dünyasında yaşadığımı söylese de kesinlikle yolumdan dönmeyecek, kalbimin sesini dinleyecektim. tek problem kızın neredeyse hiç yalnız gezmemesiydi.
hele büşra adındaki arkadaşı bir gölgeden ayırt etmesi zor olan varlığıyla hep ensesindeydi. boylu poslu, toplu, sinsi ve sevimsiz bir tipti büşra. beni her haliyle korkuturdu.
günlerce bekledim. baktım olacağı yok, tüm cesaretimi toplayıp kantinde her zamanki gibi yine ikisi bir aradayken şakkadanak masalarına oturdum ve ağızlarını açmalarına fırsat vermeden konuya girdim. ağdalı bir türkçeyle süslü aşk cümlelerimin işe yaramasını umuyordum.
sessizleştiler. en yakın arkadaşının durgunluğu ve etrafı dalgın fakat hüzün dolu bakışlarla süzmesi karşısında şaşkına dönen büşra;
-saçmalama kızım, herhalde bu öküzün teklifini kabul etmeyeceksin diye patlarken iri göğüsleri hızla aşağı yukarı sallandı.
ondan bir cevap alamayınca araya girme gereği hissettim.
nedenmiş o, lütfen söyler misin dedim.
yancı mahluk, anlamlandıramadığım türde bir öfke nöbeti geçiriyordu. gök gürültüsü misali gürledi.
-çirkinsin oğlum sen. şu tiple bu güzel kızı tavlayabileceğini nasıl düşünürsün? hiç mi utanman arlanman yok? defol çabuk yoksa imdat diye bağıracağım.
+arkadaşının yerine konuşmayı bırak şimdi, hem kendi kararını kendisi verebilir herhalde, öyle değil mi dedim.
daha lafımı bitirir bitirmez şebnem hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. tanrım, ağlarken bile çekici, baştan çıkarıcıydı. yaşananlardan bu denli etkilenmesini normal karşılamakla birlikte duygulandım, içim cız etti.
büşra böğürüyordu artık:
-aptal çocuk! salak salak bakacağına koş da şuradan ıslak mendil gibi bi şey al getir dedi.
en az özcan deniz'in hadi hadi meleğim albümü kadar boş olan ceplerimi yoklarken;
-inanmıyorum, fakirmiş bir de. sittir git lan kaybol diye bağırdı. göz ucuyla herkesin suspus vaziyette bizi izlediğini fark ettim. ciyak ciyak ağlamayı sürdüren kıza doğru bakarak;
+tamam ama hiç olmazsa... diyecek oldum. büşra hışımla sandalyesinden kalkıp üstüme düştü. annesine çıkma teklifi etsem aynı tepkiyi gösterir miydi bilmiyorum ama kafama, çeneme, burnuma allah ne verdiyse acımadan defalarca vurdu. bir kızdan dayak yemenin tadına ilk kez o gün vardım.
çok sonraları şebnem'in salyalı sümüklü tepkisinin sebebi de gün yüzüne çıktı. her ortamda "nasıl korktum anlatamam şekerim. o ucube nesine güvenip de gelmiş, az daha yüreğime iniyordu. bu kadar mı düştüm, gerçekten bunlara mı layığım ben, çalı çırpıya sürterim daha iyi ayol" diyor, o anlar aklına geldikçe hâlâ ürperiyormuş.
çarem yoktu. sevdamı kalbime gömerek inzivaya çekildim. uçsuz bucaksız internet deryasında ordan oraya savruldum. aradan iki ay geçti. ölümcül ebony milf double penetrasyon hastalığına yakalanmıştım...
hele büşra adındaki arkadaşı bir gölgeden ayırt etmesi zor olan varlığıyla hep ensesindeydi. boylu poslu, toplu, sinsi ve sevimsiz bir tipti büşra. beni her haliyle korkuturdu.
günlerce bekledim. baktım olacağı yok, tüm cesaretimi toplayıp kantinde her zamanki gibi yine ikisi bir aradayken şakkadanak masalarına oturdum ve ağızlarını açmalarına fırsat vermeden konuya girdim. ağdalı bir türkçeyle süslü aşk cümlelerimin işe yaramasını umuyordum.
sessizleştiler. en yakın arkadaşının durgunluğu ve etrafı dalgın fakat hüzün dolu bakışlarla süzmesi karşısında şaşkına dönen büşra;
-saçmalama kızım, herhalde bu öküzün teklifini kabul etmeyeceksin diye patlarken iri göğüsleri hızla aşağı yukarı sallandı.
ondan bir cevap alamayınca araya girme gereği hissettim.
nedenmiş o, lütfen söyler misin dedim.
yancı mahluk, anlamlandıramadığım türde bir öfke nöbeti geçiriyordu. gök gürültüsü misali gürledi.
-çirkinsin oğlum sen. şu tiple bu güzel kızı tavlayabileceğini nasıl düşünürsün? hiç mi utanman arlanman yok? defol çabuk yoksa imdat diye bağıracağım.
+arkadaşının yerine konuşmayı bırak şimdi, hem kendi kararını kendisi verebilir herhalde, öyle değil mi dedim.
daha lafımı bitirir bitirmez şebnem hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. tanrım, ağlarken bile çekici, baştan çıkarıcıydı. yaşananlardan bu denli etkilenmesini normal karşılamakla birlikte duygulandım, içim cız etti.
büşra böğürüyordu artık:
-aptal çocuk! salak salak bakacağına koş da şuradan ıslak mendil gibi bi şey al getir dedi.
en az özcan deniz'in hadi hadi meleğim albümü kadar boş olan ceplerimi yoklarken;
-inanmıyorum, fakirmiş bir de. sittir git lan kaybol diye bağırdı. göz ucuyla herkesin suspus vaziyette bizi izlediğini fark ettim. ciyak ciyak ağlamayı sürdüren kıza doğru bakarak;
+tamam ama hiç olmazsa... diyecek oldum. büşra hışımla sandalyesinden kalkıp üstüme düştü. annesine çıkma teklifi etsem aynı tepkiyi gösterir miydi bilmiyorum ama kafama, çeneme, burnuma allah ne verdiyse acımadan defalarca vurdu. bir kızdan dayak yemenin tadına ilk kez o gün vardım.
çok sonraları şebnem'in salyalı sümüklü tepkisinin sebebi de gün yüzüne çıktı. her ortamda "nasıl korktum anlatamam şekerim. o ucube nesine güvenip de gelmiş, az daha yüreğime iniyordu. bu kadar mı düştüm, gerçekten bunlara mı layığım ben, çalı çırpıya sürterim daha iyi ayol" diyor, o anlar aklına geldikçe hâlâ ürperiyormuş.
çarem yoktu. sevdamı kalbime gömerek inzivaya çekildim. uçsuz bucaksız internet deryasında ordan oraya savruldum. aradan iki ay geçti. ölümcül ebony milf double penetrasyon hastalığına yakalanmıştım...
o kadar da uzun boylu değil. Hamdolsun, bizim de kendimize göre kritelerimiz ve prensiplerimiz var.
mükemmelliyetçi bir erkeğim. dolayısıyla karşı cinsin kalbine çokça önem veririm. kalbinin atıyor olması benim için yeterlidir.
mükemmelliyetçi bir erkeğim. dolayısıyla karşı cinsin kalbine çokça önem veririm. kalbinin atıyor olması benim için yeterlidir.
insanlara kendini anlatmaya çalışmaktan daha sonuçsuzdur.
kuzenim doğum yapmıştı. bir an önce bebeğini görme heyecanıyla hastaneye koşturdum.
önündeki ekranı aval aval, etrafını ise melül melül seyreden danışmana yeni doğan servisinin nerede olduğunu sordum.
-yeni doğan ne, çocuk mu? dedi.
kısa bir süre allahınızı severseniz, kurbanınız olayım bana bir şey danışmayın der gibi bakan herifi inceleyip:
+deve abi, dedim. yeni doğan deve servisi.
kuzenim doğum yapmıştı. bir an önce bebeğini görme heyecanıyla hastaneye koşturdum.
önündeki ekranı aval aval, etrafını ise melül melül seyreden danışmana yeni doğan servisinin nerede olduğunu sordum.
-yeni doğan ne, çocuk mu? dedi.
kısa bir süre allahınızı severseniz, kurbanınız olayım bana bir şey danışmayın der gibi bakan herifi inceleyip:
+deve abi, dedim. yeni doğan deve servisi.
bir yerden sonra saplantı haline getirilmek, o kişinin kendi hayallerinde temellerini attığı zifiri karanlık ve güneş kadar aydınlık dünyanın merkezinde yer işgal etmektir. buna kasten de sebep olunabilir, hiç farkında değilken de. olay tamamen karşıdaki kimsenin psikolojik ve duygusal yapısı ile ilgilidir.
bir taraftan gurur verip mutlu kılarken güçlü, diğer yandan korku aşılayıp tedirgin ederken suçlu hissettirir.
bir taraftan gurur verip mutlu kılarken güçlü, diğer yandan korku aşılayıp tedirgin ederken suçlu hissettirir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?
hastanede sürekli görücü çıkması
yolda arabasına bindiğim teyze ve amcanın beni amerikada yaşayan oğullarına yakıştırması gibi gibi uzar gşder