confessions

emreanduvart

1. nesil Yazar - 3. Seviye Kalfa - Yazar -

  1. toplam entry 37
  2. takipçi 2
  3. puan 5306

narin güran

emreanduvart
Çocukluğum küçük güzel bir Karadeniz ilçesinde geçti, sakin ve huzurlu bir hayatımız oldu orada, şu dönemin popüler söylemiyle “eski Türkiye”de. Kavga gürültü bilmeden, büyük ve sarsıcı gelişmeler olmadan büyüdük gittik ya da büyüdüğümüzü zannettik. Hafta sonları anneannem ve dedeme gidip kalmak, torun sevgisinin şımarıklığını yaşamak hep güzel hissettirdi. Küçüklüğümüzden bazı enstantaneler ise ömrümüz boyunca bir gölge gibi takip eder bizleri. Yine dedemlerde kaldığım bir hafta sonu televizyonda izlediğim saçma sapan ve çocuk aklımla bana aşırı korkunç gelen bir Berna Laçin programı sonrası uykuya dalmıştım. Hava, Karadeniz'e yaraşır şekilde gümbür gümbür gökgürültülü ve sağanak yağışlıydı, şimşek ve gökgürültüleri birbirini kovalamaktaydı. Gece bir ara uyandığımı hatırlıyorum, yine çakan bir şimşek ve gökgürültüsü anında. İçeriden gelen dedemin yürüme seslerini duyuyordum, fakat seslenemiyordum. Yatağın içinde öylece kalakalmıştım; ne sesim çıkabiliyor ne de korkum geçmek biliyordu. Ne kadar olduğunu hatırlamadığım saniyeler dakikaları kovalıyor, bilincim açık, düşünebiliyorum, korkabiliyorum; dedeme seslenmek istiyorum, fakat nafile. Nihayet biraz sonra kocaman haykırabildim, “Dede” diye, nihayet kendime geldim. Üzerinden seneler geçti ve ne zaman gök gürüldese, şimşekler çaksa, bu enstantaneyi zihnim getirir koyar önüme. Yıl olmuş 2024, Eylül'ün sekizinci günü, günlerden pazar. Telefonlara bildirimler, televizyona son dakikalar düşüyor: Narin'in cansız bedenine ulaşıldı… Dışarıda bir sağanak yağış var ki sormayın, seller olacak sanki tüm pislikleri temizleyecek belki yeryüzündeki. Zihnimizde en büyük afetler, beynimiz, yüreğimiz paramparça. Benim yine elim kolum bağlı sanki, ne konuşabiliyorum ne de kafamı kaldırıp ekrana bakabiliyorum, insanlığımdan utanıyorum, ne halim var ne de yüzüm, yalnızca şahitlik edebiliyorum dünyanın pisliğine ve kötülüğüne. Oysa ki günlerce bağırdık, yazdık, çizdik ve o son dakika gelişmesi ve bir bütün olarak çöküşümüz, dağıldık, paramparçayız, sanki atom bombası atıldı evlerimize, sanki tarihin en büyük depremi nihayet gerçekleşti ve bizler enkazın altında kaldık, her yer toz duman, herkes suspus ve nakavt olmuş. Küçücük bir kız çocuğu günlerce arandı ve bulundu nihayet, cansız bedeni bir çuvalın içinde. İsa'yı çarmıha gerenler, Nesimi'nin derisini yüzenler, Hüseyin'i diri diri yakanlar, Madımak'ı ateşe verip keyif sigarası yakanlar; yine iş başındalar ve yine kazandılar. Bizler, biz kısık sesler, yine yenildik, yine yanıldık, yine parçalandık, yine darmadağın olduk. Bir ülke her türlü tehdite karşı kendini savunma refleks ve mekanizmalarını geliştirmek zorundadır, terör bir beka sorunudur, şehirlerde ve sınırlarda patlayan bombalar beka sorunudur, devletin içerisine sızma girişimi beka sorunudur; ancak beka sorunu ve bu sorunla mücadele alanı bunlarla sınırlı değildir. Çünkü haksızlık da beka sorunudur, hukuksuzluk da beka sorunudur, adaletsizlik de beka sorunudur, çocuk cinayetleri beka sorunudur, kadına şiddet beka sorunudur, faili meçhul cinayetler beka sorunudur, tacizler ve tecavüzler beka sorunudur, suçlular ve güçlüler beka sorunudur; Narin Güran, Çağla Tuğaltay, Münevver Karabulut, Özgecan Aslan, Aybüke Yalçın, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Turan Dursun ve saydıklarımız ve sayamadıklarımız ve daha niceleri ve suçluların ve güçlülerin ve hırsızların ve dolandırıcıların ve katillerin ve tecavüzcülerin ellerini kollarını sallayarak serbest kalmaları aramızda geziniyor olması beka sorunudur, listenin uzaması beka sorunudur! Siz kısır tartışmalarınızla ülkeyi uçurumun kıyısında yönettiğinizi düşünmeye devam edin, biz bugün yalnızca küçücük bir kız çocuğunun cansız bedenine değil, aynı zamanda koskoca bir devletin, koskoca bir milletin cansız bedenine ulaştık bugün; çok üzgünüm, bugün Narin kadar cansız, bugün Narin kadar yorgunum …

narin güran

emreanduvart
Allah'ım, neler oluyor? Koca bir ülke koskocaman bir tımarhaneye mi dönüştü gerçekten? Biz nasıl sebep olduk, nasıl göz yumduk bunca kötülüğe, bunca acıya, kedere, gözyaşına? İnsanlığımıza ne oldu, vicdanlarımıza ne oldu? Allah'ım, aklımızı kaybetmek üzereyiz ya da çoktan kaybettik de artık farkında değiliz. Allah'ım, bu feryat, bu figan, bunca gözyaşı, bunca katliam, bu ne çaresizliktir Yarabbi! Neler oldu bize? Hep mi böyleydik biz, yoksa gidemedik mi başladığımız yerden bir adım öteye?


Çok zor günlerden geçiyoruz, sayın Türk halkı. Katliamlar, soykırımlar, töre, kadın, çocuk, namus cinayetleri, kayıplar, kaçaklar gırla gidiyor; terör almış başını, dur durak bilmiyor. Bombalar patlıyor şehirlerde, köylerde, beyinlerimizin içinde; şarapnel parçaları saplanıyor yüreklerimize. Bir teröristin bombalı eylemi ya da dağdaki silahlı saldırısı değildir yalnızca beka sorunu; beka sorunu, Misak-ı Milli sınırlarına mevcut veya olası tehditler değildir yalnızca; zihinlere, vicdanlara olan tehditler, şantajlar, saldırılar da beka sorunudur!



Kadın cinayetleri beka sorunudur, çocuk cinayetleri beka sorunudur, faili meçhul cinayetler beka sorunudur; Narin Güran beka sorunudur, Özgecan Aslan beka sorunudur, Münevver Karabulut beka sorunudur, Çağla Tuğaltay beka sorunudur, Uğur Mumcu beka sorunudur. Buraya yaşamadığımız, sığdıramadığımız kim varsa, ne varsa, beka sorunudur; buraya sığdıramayacak kadar uzun bir listenin oluşabilmesi beka sorunudur.



Çok büyük somut adımlar atılmalıdır, çok büyük bilgi ve veri bankaları oluşturulmalıdır. Bu yaşadığımız gerçekten de Uzay Çağı 21. yüzyıl mıdır? İnanmak, akıl erdirmek mümkün değildir. Günümüz teknolojisi ve imkanları ile büyük somut adımlar mümkündür. Toplumların vicdanlarına bu kadar saldırmaya, bu kadar yara vermeye ve öldürmeye hakkımız yoktur. Bizler teknolojik imkanlarımız fazlaca olan bir nesiliz ama robot değiliz, tahtadan kalbi olan Pinokyolar değiliz! Aklımız ve vicdanımız hâlâ insanca, yüreğimiz ve merhametimiz hâlâ insanoğluna dair. Soykırımlar bizleri yaralamak zorunda, sınır savaşları bizi isyan ettirmek zorunda, faili meçhul cinayetler bizi feryat ettirmek zorunda; hâlâ aklımızı, vicdanımızı, merhametimizi, şefkatimizi, umutlarımızı yitirmemişken, bırakıp sağı solu, onu bunu şunu, bir bütün olarak insanlığımızı kurtarmak, insanlarımızı kurtarmak, çocuklarımıza güvenli ve yaşanabilir bir dünya bırakmak için mücadele etmek zorundayız.



Bu yüzyılın sınavı da bu olsun, bu sınav da hepimize dert olsun ey ahali. Çok yorgunum, çok üzgünüm ey ahali…

---

Ey ahali!

Duyduk duymadık demeyin!

Bir çocuk kayboldu,

Elinde defne dalı

Parmakları tanyeri

Saçları darma dağınık

Dalgalanır yağmur içinde

Bulup getirene

Görüp haber verene

Aydınlık yepyeni bir dünya verilecektir.



- Yaşar Kemal -

fenerbahçe

emreanduvart
Her ne olursa olsun, son 20-30 yılın en başarılı, en keyif veren ve en umut vaat eden takımıydı Daum'lu Fenerbahçe. Her yeni dönemde de Alex'li, Tuncay'lı, Appiah'lı takım aranır olmuştu. Daum'la başlayan süreç, Zico ile devam etmiş ve bu 5 sezonda Fenerbahçe 3 şampiyonluk ve bir de Şampiyonlar Ligi çeyrek finali oynama başarısı göstermişti. Bir şampiyonluk son maçta, bir diğer şampiyonluk da sezonun son haftalarında Ankara deplasmanında Kezman'ın kaçırdığı penaltı ve Sami Yen'de kendi kalesine attığı golle yitip gitmişti. Yani bu takımlar ya şampiyon oluyorlar ya da sezonun son saniyesine kadar şampiyon olabilme potansiyeli taşıyorlardı.



Aradaki Aragones dönemini atlarsak, sonrasındaki Aykut Kocaman dönemi, Daum teknik direktörlüğü ile başlıyor, sonrasında Aykut Kocaman teknik direktörlüğü, malum 3 Temmuz süreçleri ve Ersun Yanal - İsmail Kartal dönemleriyle sona eriyordu. Bu dönemde Fenerbahçe 2 şampiyonluk kazanıyor, yine 2 son saniye şampiyonluğu kaybediyor, otobüsü kurşunlanıyor ve Avrupa Ligi'nde yarı final oynama başarısı gösteriyordu. İçeride mahvettiği Benfica'ya, deplasmanda eksiklerin bol olduğu bir maçta mağlup olup kupaya veda ediyordu. Sonrasında başlayacak Yandex'li, sportif direktörlü, başkan değişikliğine gidildiği fetret devri başlayacaktı. Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe'si, Alex'li ve Alex'siz olmak üzere ikiye ayrılıyor, taraftar Alex'in heykelini Yoğurtçu Parkı'na dikiyordu.



Geldiğimiz noktada, Fenerbahçe, Alex'li yıllardan bir tat arıyor ve de son dakika kaçan şampiyonlukları bile özler oluyordu. Geçtiğimiz sezon kadroya Manchester United'dan gelen Fred, Fenerbahçe futboluna Appiah etkisi yaratıyor, İsmail Yüksek kaptığı toplarla Mehmet Aurelio esintileri sunuyor, Tadic'in klası bir Alex değilse de göze ve gönle hitap ediyor, ilerleyen yaşına rağmen golleriyle takımı sırtlayan ve liderliğiyle takıma yön veren Dzeko bize Pierre van Hooijdonk'u anımsatıyor. Batsman yedekten girip golleriyle puanları kurtarıp "nöbetçi golcü" açığını kapatıyor. Sebastian içindeki Tuncay Şanlı enerjisiyle takıma dinamizm ve skor katkısı sunuyor. Ferdi sol beke öyle bir alışıyor ki, sanki içinde Roberto Carlos, Andre Santos, Ümit Özat ve Tuncay Şanlı'dan bir karışım barındırıyor. İrfan Can, nevi şahsına münhasır futboluyla takımın 7-8-10 numaralı mevkilerine çare oluyor, Cengiz de tıpkı Anelka gibi bir parlıyor bir sönüyor.



Geldiği dönemde Daum, talihsiz bir şekilde son anda Almanya Milli Takım Teknik Direktörü olamıyor, bu çapta ve daha evvel bu ligde şampiyonluk yaşamış bir teknik direktör olarak Paul Le Guen ile kıyasında yönetim nazarında galip geliyor ve takımın başına geçiyordu. Tam 20 yıl sonra yine çalkantılı bir seçim sürecinde Aziz Yıldırım'ın devreye girmesiyle dünyaca ünlü teknik direktör José Mourinho, sırf seçimi kaybetmemek için de olsa, kendi vizyonu buna el vermiyor olsa da, Ali Koç yönetimi tarafından takımın başına getiriliyor ve rasyonel futbolun hüküm süreceği yeni bir çağ Fenerbahçe için başlıyordu. En azından benim umudum bu yönde; umut fakirin ekmeği ne de olsa.



Bu kadro o kadroya çok benziyor. Geçen yıl İsmail Kartal ile de son saniyeye kadar taşıdığı şampiyonluk umudu ile bunu bize göstermişti. Bir önceki sezon da lige iyi başlayan Fenerbahçe, Dünya Kupası'na kadar güzel oyun izlenmiş; sonrasında gelen inişli çıkışlı performanslar bırakın şampiyonluğu, son maç Beşiktaş kendi sahasında Konyaspor'la berabere kalmasa ikinci bile olamıyordu ki takımın sene başındaki oyunu Fenerbahçe'yi her kesim tarafından şampiyonluğun mutlak favorisi olarak görülmesini sağlıyordu.



Vitor ve Jorge'den sonra bu yönetimin üçüncü Portekizli hocası José oldu, sportif direktör de yine bir başka Portekizli Mario Branco. Bakalım Fenerbahçe'deki Portekiz devrimi nelere gebe. Bakalım Fenerbahçe, Daum'unu, Roland Koch'unu, Alex'ini, Appiah'ını, Tuncay'ını bulabilecek mi? İzleyip görelim bakalım kim geri getirecek kaybolan yıllarımızı..

türk futbolu

emreanduvart
Geçen yılın 99 puan ve 99 gollü takımı Fenerbahçe, oynadığı ilk ön eleme maçında Lugano karşısında zaman zaman zorlansa da doğru oyun ve kalitesiyle rakibini geride bırakıyordu. Henüz sene başı hazırlıkları tam olarak tamamlanamamışken ve transferler netlik kazanmamışken, buraların daha gediklisi Lille, Fenerbahçe'nin bir sonraki rakibi oluyordu. Her iki maçta da, özellikle ikinci maçta, hem saha içi hem de kenar yönetimi elinden geleni yapmasına rağmen Fenerbahçe eleniyor ve yoluna Lig 2'de devam ediyordu.

Geçen yılın şampiyonu Galatasaray ise Young Boys ile eşleşiyor ve yorumlar tabii ki harika bir kura çektiğimiz yönünde oluyordu; fakat işler farklı bir gidişata gebe gibi duruyordu. Her iki maçta da rakibini yenemeyen, geçtiğimiz iki senenin şampiyonu, İsviçre'nin bu mütevazı takımına eleniyor ve yoluna Lig 2'de devam ediyordu. Geçen yılı kâbus gibi geçirip 2 kupayla kapatan Beşiktaş, sezona fırtına gibi başlıyor. Önce, geçen yılın şampiyonuna karşı 5 gollü galibiyet ile kupaya uzanıyor, sonra da Lugano eşleşmesinde gözümüze, gönlümüze hitap eden muhteşem iki maç oynayıp, geçen yıl içeride oynadığı Lugano maçında 2-0 öne geçip 2-3'lük maçın ardından başlayan tepetaklak gidişata nihayet ve kesin bir dille dur diyordu.

Trabzonspor ise çok erken açtığı sezonu kötü oyun ve sonuçsuzluklarla devam ettiriyor ve nihayetinde Avrupa Kupalarını "sırtında küfe" gördüğünü bir zamanlar itiraf etmiş Abdullah Avcı ile yollar ayrılıyor. Şenol Güneş mi, Fatih Tekke mi, Sergen Yalçın mı tartışmaları daha sezon başında erkenden başlıyordu. Tablo bu; bu sezon yolumuza, yeniden formatlanmış Avrupa kupalarında 3 takım ile devam edeceğiz. Rakipler zorlu, işimiz zor. Biz içeride birbirimizle didişirken, atı alan Viyana'yı geçmiş, biz ise kısır tartışmaların gölgesinde her yeni sezona yeni kayıplarla devam etmeyi kendimize görev edinmişiz gibi görünüyor.

Ülke her koldan geriye giderken, kitlelerin tutunacak tek dalı futbolun da bu gidişe paralellik göstermesi çok da şaşılacak bir durum olmasa da, geniş tutkulu kitleleri kahretmeye devam ediyordu. Giderler havada uçuşan milyon Eurolar iken, gelirlerin birkaç Türk Lirasına mahkum olması işleri daha da arap saçına çeviriyor, yine kaynaklarımız talan edilip har vurulup harman savuruluyordu. 99 ve 102 puanlı iki takımdan en az birinin Şampiyonlar Ligi'nde devam edip hem ülke futboluna hem de ekonomiye katkı sağlaması bekleniyor, ancak sırtımızdaki küfeler gün geçtikçe ağırlaşıyordu. Dünya yıldızı futbolcular, dünya yıldızı hocalar, magazinel yöneticiler, başkanlar kötü gidişata çare olamıyor, kimse başarısızlığa bir dur diyemiyordu. Hem nasıl mümkün olabilsin ki bu, karman çorman bir ortam; deplasmanlar savaş alanı, siyaset futbolun en ortasında bir yerlere konuşlanmış, at izleri it izleri yeşil sahayı kirletmişken, ayrıştırıcı söylemler ülkenin her alanına sirayet etmişken, ötekileştirme politikaları futbolun üzerine de çökmüşken, hangi doğu, hangi batı, hangi kupa, hangi başarı beklenebilir ki kulüplerden.

Bayıldığımız anamızın ligi gün be gün eriyor, bu erime Edirne'nin ötesindeki müsabakalarımıza da sirayet ediyor, bizi Kupa 3 seviyelerinden öteye götüremiyor. Ülkenin protein yoksunu, cılız ve hayatın her alanında gelişimi sınırlı kalan geniş kitleleri gibi futbolumuz da günden güne her anlamda zayıflıyor; para babalarının milyonları kapanmaz yaraya çare olmuyor, göz göre göre yıllar yanıp ziyan oluyor, tıpkı gençliğimiz gibi...

30 ağustos zafer bayramı

emreanduvart
Belki de sonda sormamız gereken soruyu peşin peşin soralım: Peki bunca hengame içinde biz ne yaptık? Önemli olan, net bir cevaba ulaşmak değil, soru ve sorun üzerine düşünmek ve çözüm önerileri üretebilmek ya da bir bütün halinde üretebilmek.
Asırlar boyu süregelen savaşlar, hayatta kalma mücadeleleri, doğudan batıya, köyden kente göçler... Yüzyıllardır süregelen bir milletin inişli çıkışlı yaşam biçimi, zirveyi de görmüş, dibi de. Yıkılmış, tekrar kurulmuş tam 16 kere, en azından bilinen haliyle. Bunca emek, bunca değer, büyük tufanlardan çıkmışçasına yenilgiler ve zaferler. Her ikisine de alışmış, her ikisini de kanıksamış bir millet. Koca Osmanlı İmparatorluğu, yedi düvele kafa tutan, karanın ve denizin hakimi, gelmiş dayanmış uçurumun köşesine, ha düştü ha düşecek, bir küçük darbeyle. Ve bu yıkıntıların arasında yeni bir zaferle ayrılacak, tarih yeniden yazılacak.

Gelin görün ki geldiğimiz noktada, verdiğimiz şehitlere, dökülen kanlara, atamıza, ecdadımıza, dilimize, kültürümüze sahip çıkamayan bir ülke ve evlatları var. Kesim kesim ayrılmış, dağılmış; en azından ikiye bölünmüş, o'cu bu'cu kavgasına; olmayan öcülerle savaşan bulanık, aşağılık, hastalıklı zihinler. Ağıza alınmayacak küfürler karşılıklı; ve tarihimize, geçmişimize, atalarımıza ve ecdadımıza... Nasıl bir hayadır, ya Rab? "Sen yaratmış olamazsın bu insan demeye dilim varmıyor," yaratıkları, insan müsveddelerini, insan görünümlü şeytan müsveddelerini. Bölücülük, kin, nefret, öfke kol geziyor sokak sokak, semt semt, kent kent ve karış karış Anadolu yurdumuz. Ne işgal altında ne düşman kapıya dayanmışken, böyle topluma düşman ne gerek; bıraksan kendi haline birbirini yiyip bitirecek, ilk insandan daha beter haliyle. Hiçbir gelişmişlik emaresi yokken, bir de Orta Çağ'ın bile gerisine giden bir ahlak, bir zihin bulanıklığı, bir akıl hastalığı hali sarmış gitmiş bireyleri ki bu yangın böyle mi sürecek? Ne olacak büyük kitlelerin hali; ekonomi, politika, eğitim, sağlık, din, kültürü ve ahlak bilgisi... Neresinden tutsan elinde kalacak ki; sen tutmasan o sana sıçrayacak; ne kaçışın var ne kurtuluşun ki artık bu topraklarda kanıksanan bu zihniyet ne kendisi yeniden yeşerecek, ne de herhangi bir güzelliği yeşertecek. Zehirli sarmaşıklar gibi sarılmış etrafımız, çepeçevre kuşatılmış her bir yanımız. Tek bir düşman yok oysa ki ufukta; ne Yunan ne Anzak ne İngiliz ne Amerikan kuşatması; yalnızca zihnimize ekilen zehirli tohumlar, çürük çarık meyvelerini veriyor ve bizim elimiz kolumuz bağlı. Yok mu bu akıl hastalığımızın bir tedavisi? Ne bir yardıma gelen olur ne şefkatli kollarını açan. İmdat diye bağırsan, feryat figan çıldırsan, haykırsan... Ötelerden bir ses gelir mi, bu ülkenin talan edilen dağları, ormanları, denizleri, gölleri sesimizi duyar mı, bize gülümser mi artık? Bir gençlik böyle yitip gider mi? Bir ülkenin kaynakları böyle talan edilir, böyle peşkeş çekilir mi? Hem neden kucak açsın artık sana bu memleketin dağları, ovaları, akarsuları? Kolay mıydı bir filizi toprağa vermek, ekip biçmek? Bir ağaç, bir orman kaç bin yılda yeşerir? Beton yığınları arasında, toplu taşımalarda, terli ve mikrop yuvası ve hastalıklı ve çarpıtılmış zihinler ve bölünmüş insan yığınları... Var mı kaçacak yeriniz AVM'ler dışında? Şimdi ne yapacaksınız? Her yaz daha sıcak geçecek, bir tane ağaç bırakmadınız şehrin göbeğinde. İlk insanlar gibi avladınız ormanları ve ağaçları ve ağacı seven, savunan insanları. Şimdi bize reva görülen, milyonluk ihalelerden bu ülkenin topraklarının emeğini, değerini İsviçre bankalarında "Elhamdülillah Müslümanız" diye insanları sömürüp Euro cinsinden faizleriyle yalılarında, yatlarında keyif çatıp milletin amına koyanlar düştü bizim de payımıza, neylersin...

Şimdi dönüp bakıyorum da, Atam yaşasaydı ve görseydi halimizi... Hani kavgaya tutuşurlar arada, "Yaşasaydı bizim partimizi desteklerdi, yaşasaydı bizim kulübümüzü desteklerdi" diyenlerin vallahi de billahi de önce yüzüne tükürür, sonra da kendinden özür dilerdi; heba ettiği yıllarından, yaşayamadığı aşklarından, sevemediği çocuklarından, cenazesine katılamadığı annesinden, torpil yapmadığı için aralarının bozulduğu kız kardeşinden ve oraya giderdi Afet'le, bir orman kenarına, her şeyi bırakıp, giderdi buralardan. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda; hemen çekip giderdi ormanlara, hele biz bir iyi olalım da...
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol