Herkese gitmese de, gidene çok iyi olan saç rengi.
alaskan crab
1. nesil Yazar - 14. Seviye Hava Ruhbanı - Yazar -
- toplam entry 491
- takipçi 16
- puan 27762
Genelde klasik saatçiyimdir, hatta quartz olarak bile pek tercih etmem g-shock haricinde ama bir arkadaşım, senin bu kadar geri kafalı olmanı kaldıramıyorum diye bana akıllı saat hediye etti, 1 aydır falan spora giderken kullanıyorum, hoşuma gitmedi desem yalan olur. Ne kadar doğru bilmediğim bir adım sayar, kalp ölçer, kalori ölçeri falan var ancak aşağı yukarı bir değer verse dahi, motivasyon için oldukça kullanışlı. Saatten ziyade küçük bir telefon kullanıyormuş hissiyatı veriyor daha çok. Saat Kadranını da canınız sıkıldıkça değiştiriyorsunuz baya güzel, bazen inat etmeyip yeni şeyler de denemek gerekiyor.
Bu kadar fazla konuşulduğu ve neredeyse az veya çok herkes tarafından bilindiği halde, bu kadar yanlış anlaşılan başka bir filozof daha yoktur galiba. Tanrı öldü lafı, esasında ateist bir söylem değil, anlam arayışının sonuna gelindiği ve insanların henüz bu bilgiyi idrak edemedikleri için, onlara gelen büyük nihilizm dalgasından kendilerini koruyacak başka bir şey bulmaları gerekirken, hiçbir şey yapmadan hayatlarına devam ettikleriyle ilgili bir söylemdir. Tanrı gibi sarsılmaz bir referans noktası varken, insanlar iyi veya kötü, bir şekilde hayatlarını belli değerler oluşturarak ve bu oluşturulan değerleri en sonunda Tanrı'ya bağlayarak tarih boyunca epey ilerleyebilmişlerdir. Oysa darwinci söylem, bizlerin özenle yaratılmış çok değerli ve biricik birer Tanrı'nın yarattıkları olmadığımızı, alelade bir hayvandan, uzun yıllar boyunca bir şekilde bu hale geldiğimizi öne sürer ve oldukça güçlü argümanlara da sahiptir. Bu durum henüz daha yeni yeni peydah olduğu için, gelecekteki o sorun pek anlaşılmaz, Nietzsche'de bu soruna değinerek, Tanrınız öldü, artık ne yapacaksınız, minvalinde, insanları nihilizm yerine farklı bir arayışa gitmeleri yönünde uyarır.
Her ne olursa olsun adam Tanrı öldü diyor işte, bu söylem bir ateistin işine gelip de kullanamaz mı diye bir itiraz gelebilir. Eğer bir ateist, Esas amacı Tanrı'nın var olmadığını söylemek olan pek çok argüman dururken, Tanrı öldü diyor nietzsche tarzı bir söylemle savunmaya çalışıyorsa kendisini, o pek de sağlam temellendirilmiş bir ateist değildir. Düşünmeden iman etmiş biriyle aynı kulvardadır. Çünkü bu söylemin esas amacı bambaşkadır.
Son olarak Nietzsche nihilist bir filozof değildir, adamın kurduğu tüm felsefe, bundan kurtulmak üzerine kafa yormalar, hikayeler, temellendirmelerle doluykan, böyle nitelendirmek, çok ayıp. (Burada birisi böyle yazdığı için girilmedi bu entry yanlış anlaşılma olmasın, tamamen genel gördüğüm yanlışlar üzerinden yazdım.)
Her ne olursa olsun adam Tanrı öldü diyor işte, bu söylem bir ateistin işine gelip de kullanamaz mı diye bir itiraz gelebilir. Eğer bir ateist, Esas amacı Tanrı'nın var olmadığını söylemek olan pek çok argüman dururken, Tanrı öldü diyor nietzsche tarzı bir söylemle savunmaya çalışıyorsa kendisini, o pek de sağlam temellendirilmiş bir ateist değildir. Düşünmeden iman etmiş biriyle aynı kulvardadır. Çünkü bu söylemin esas amacı bambaşkadır.
Son olarak Nietzsche nihilist bir filozof değildir, adamın kurduğu tüm felsefe, bundan kurtulmak üzerine kafa yormalar, hikayeler, temellendirmelerle doluykan, böyle nitelendirmek, çok ayıp. (Burada birisi böyle yazdığı için girilmedi bu entry yanlış anlaşılma olmasın, tamamen genel gördüğüm yanlışlar üzerinden yazdım.)
Tartışma kültürü, çok fazla değer yargısının bir arada bulunmasıyla olabilecek bir şey olduğu için, görülmesi çok nadirdir. Üstelik tartışma esnasında, bu yargılara sürekli dikkat etmek gerekir, başta bu kültürle başlayıp sonradan dönen çok fazla tartışma gördüm ki bunları normal vatandaş değil, büyük büyük ünvanları olan insanlar yapıyorlardı.
Her şeyden önce tartışılan ortamda seyirci var mı? Bu çok önemli bir sorudur ve egonun ister istemez devreye girmesiyle sonuçlanır. Özellikle, karşıdaki kişi, her türlü safsataya ve tribünleri coşturacak şeylere değiniyor, sizin içtenlikle verdiğiniz cevapları anlayabilecekken, başka bir şey söylemişçesine olayı çarpıtıyorsa o tartışmadan hayır gelmez. Bu genelde tartışılan konuya hakim olmayan seyirci varken olur, çünkü teke tek bir konuşmada bu yöntem fazla uzun sürmez, iki tarafta içten içe bunu bilir.
Tartışmaya malzeme olan konu, sizi siz yapan temel bir değer üzerine mi? Eğer öyleyse, en ufak bir saldırı, o konuyu aşırı içselleştirmenizden dolayı, kendinize yapıldığını sanarak olayı kişiselleştirebilir ve istenilen tartışma düzleminden bir anda çıkabilirsiniz. Bu tarz konularda tartışırken, gelen her karşıt argümanı, sizin temellerinizi sınayan birer yardım eli olarak görün. Sağlam bir yapıda değilseniz, bunu bilmek istersiniz diye düşünüyorum. Birkaç söylemle yıkılacak bir temeldeyseniz zaten, bu işi kendinize bir saldırı olarak değil de, yıkıp daha iyi bir temel kurmak adına bir fırsat olarak değerlendirin.
İyilik ilkesi. En önemlisi bu, karşıdaki kişi bu ilkeye göre hareket ediyorsa, güzel bir tartışma dönebilir. Bu ilke, karşınızdakinin rasyonel bir insan olduğu, çok saçma ve çılgınca fikirler gibi görünse de, düşüncelerini dinlemeyi ve arka planında mantıklı bir silsise olduğu inancıyla, tartışmayı sulandırmayıp, anlamaya çalışmayı söyler.
Tartışma kültürü, karşınızdaki de buna uyuyorsa anlamlıdır. Deli saçması bir düz dünyacı adamla, internetin ücra bir köşesinde iyilik ilkesi güderek tartışmaya çalışırsanız, deli olur kendinizi yıpratırsınız. Zamanında bu kültürü oturtmak için yaptığım şeyler, ömrümden 20 yıl almıp götürmüştür. Siz siz olun bu hataya düşmeyin çünkü tartışma kültürü büyük bir tevazu ister ancak fazla tevazu cahilden nasihat dinletir.
Her şeyden önce tartışılan ortamda seyirci var mı? Bu çok önemli bir sorudur ve egonun ister istemez devreye girmesiyle sonuçlanır. Özellikle, karşıdaki kişi, her türlü safsataya ve tribünleri coşturacak şeylere değiniyor, sizin içtenlikle verdiğiniz cevapları anlayabilecekken, başka bir şey söylemişçesine olayı çarpıtıyorsa o tartışmadan hayır gelmez. Bu genelde tartışılan konuya hakim olmayan seyirci varken olur, çünkü teke tek bir konuşmada bu yöntem fazla uzun sürmez, iki tarafta içten içe bunu bilir.
Tartışmaya malzeme olan konu, sizi siz yapan temel bir değer üzerine mi? Eğer öyleyse, en ufak bir saldırı, o konuyu aşırı içselleştirmenizden dolayı, kendinize yapıldığını sanarak olayı kişiselleştirebilir ve istenilen tartışma düzleminden bir anda çıkabilirsiniz. Bu tarz konularda tartışırken, gelen her karşıt argümanı, sizin temellerinizi sınayan birer yardım eli olarak görün. Sağlam bir yapıda değilseniz, bunu bilmek istersiniz diye düşünüyorum. Birkaç söylemle yıkılacak bir temeldeyseniz zaten, bu işi kendinize bir saldırı olarak değil de, yıkıp daha iyi bir temel kurmak adına bir fırsat olarak değerlendirin.
İyilik ilkesi. En önemlisi bu, karşıdaki kişi bu ilkeye göre hareket ediyorsa, güzel bir tartışma dönebilir. Bu ilke, karşınızdakinin rasyonel bir insan olduğu, çok saçma ve çılgınca fikirler gibi görünse de, düşüncelerini dinlemeyi ve arka planında mantıklı bir silsise olduğu inancıyla, tartışmayı sulandırmayıp, anlamaya çalışmayı söyler.
Tartışma kültürü, karşınızdaki de buna uyuyorsa anlamlıdır. Deli saçması bir düz dünyacı adamla, internetin ücra bir köşesinde iyilik ilkesi güderek tartışmaya çalışırsanız, deli olur kendinizi yıpratırsınız. Zamanında bu kültürü oturtmak için yaptığım şeyler, ömrümden 20 yıl almıp götürmüştür. Siz siz olun bu hataya düşmeyin çünkü tartışma kültürü büyük bir tevazu ister ancak fazla tevazu cahilden nasihat dinletir.
Hayata dair oturan ve normal görülen pek çok şey aslında sanayileşmeyle şekillenen toplumsal değişimle meydana geldi. Kahvaltı da bunlardan birisidir, tamamen burjuva sınıfının, çalışanları maksimum verimlilikle kullanabilmek için zorunluymuş gibi gösterdiği öğün. Günün en önemli öğünü sözü örneğin çok büyük bir yalandır. Kahvaltıda bol bol şekerli şeyler tüketilmeye teşvik edilir çünkü kana hızlı karışan glikojen, verimliliği arttırır. Kahvaltı uğraştıran bir şey olarak görüldüğü için çoğu kültürde, ona da çözüm olarak kahvaltılık şekerli gevrekler falan getirildi. Örneğin Foucault da deliliğin tarihi kitabında, yine aynı mentaliteyle, eskiden deliler aramızda özgürce dolaşırlarken, günde 18 saat çalışma zorunluluğunda olan insanların, bu delilere bakarak, böyle de yaşanabiliyormuş dememesi için, burjuvanın istediği toplumsal düzene aykırı oldukları için, toplanıp, terapi adı altında ortadan kaldırılmışlardır. Uzun lafın kısası kahvaltı komple yoktur değil, elbette acıkırsan yersin, her bünye bir değil, kimisi yemeden başlayamaz, kimisi ikindi gibi ancak yiyecek duruma gelebilir. Mesele, kahvaltının çok doğal ve her insanın yapması gereken bir şeymiş gibi ortaya konulması ancak esas amacın gizlenmesidir. Kendi bünyenizi tanıyıp, yapıp yapmama konusunda kendiniz karar vermelisiniz.
Bir gün şöyle sormuş demir, mıknatısa:
"En çok kimden nefret edersin?"
"En çok senden nefret ederim" demiş mıknatıs, beni çekersin, fakat kendinde tutacak kadar güçlü değilsin."
Nietzsche
"En çok kimden nefret edersin?"
"En çok senden nefret ederim" demiş mıknatıs, beni çekersin, fakat kendinde tutacak kadar güçlü değilsin."
Nietzsche
Çoğu kişi paranın ne olduğundan bihaber. Paranın kazanılma yolunun sadece devlete kapak atmak olduğuna inanan milyonlar var. Öte yandan işsizliği az göstermek ve eğitim seviyesini, göz boyamak adına istatistiklerde arşa çıkarmak için fütursuzca açılan üniversiteler var. Tüm bunların yanında bir de teknoloji sayesinde rahat yaşayanların hayatlarını kolayca görüp, imrenen ve bulunduğu durumdan ne olursa olsun asla memnun olmayan aşırı materyalist gençler var. Aşırı çünkü din o kadar çok saçma sapan şeylere alet edilmiş ve yıpratılmış ki, hiçbir manevi değer taşımadıkları gibi, haklı olarak da nefret içerisindeler.
Okul, paraya, finansal okuryazarlığa, kapitalizmin işleyişi ve bu fare oyununda yukarılara çıkmak için gereken şeylere dair hiçbir şey öğretmiyor. Koca bir çark, sağa sola vasıfsız eleman yetiştirmek, az biraz kafası basanları da, yine aynı elemanların üstünde birazcık daha iyi bir konumda çalıştırmak üzere kurulu. Anaokulundan başlayarak, tamamen otoriteye uyum sağlayan, denileni sorgulamadan yapması istenen, var olan şeylerle, önüne konulan neyse onla uğraşılması istenen, farklı bir şey ortaya koyanları cezalandıran 24 yaşına kadar süren bir sistem. Böyle bir sistemden geçen birinden özgür olmasını beklemek çok zor. Mezun olur olmaz, yine öğretmen figürünü aramaya başlıyorlar. Ona ne yapması gerektiğini söyleyecek, parasını verecek öğretmenler. ivan illich okulla hapishane arasında pek farkın olmadığını, bunun insanlar tarafından nasıl görülemediğine çok şaşırdığını ifade eder. Hiç mi işe yaramıyor bu okul derseniz, elbette kampüsü güzel bir yerde okuduysanız, güzel anılar bırakıyor olabilir o da sadece üniversite için geçerli. Çocuklara verilmesi gereken tek şey, merak duygusu ve kendi kendine öğrenebilme yetisi. Gerisini o çocuk halleder çok güzel bir şekilde. ivan illich'in kitabı yazdığı dönemde internet gibi bir bilgi deryası yoktu, şimdilerde bu kitabın değeri çok daha arttı
Okul, paraya, finansal okuryazarlığa, kapitalizmin işleyişi ve bu fare oyununda yukarılara çıkmak için gereken şeylere dair hiçbir şey öğretmiyor. Koca bir çark, sağa sola vasıfsız eleman yetiştirmek, az biraz kafası basanları da, yine aynı elemanların üstünde birazcık daha iyi bir konumda çalıştırmak üzere kurulu. Anaokulundan başlayarak, tamamen otoriteye uyum sağlayan, denileni sorgulamadan yapması istenen, var olan şeylerle, önüne konulan neyse onla uğraşılması istenen, farklı bir şey ortaya koyanları cezalandıran 24 yaşına kadar süren bir sistem. Böyle bir sistemden geçen birinden özgür olmasını beklemek çok zor. Mezun olur olmaz, yine öğretmen figürünü aramaya başlıyorlar. Ona ne yapması gerektiğini söyleyecek, parasını verecek öğretmenler. ivan illich okulla hapishane arasında pek farkın olmadığını, bunun insanlar tarafından nasıl görülemediğine çok şaşırdığını ifade eder. Hiç mi işe yaramıyor bu okul derseniz, elbette kampüsü güzel bir yerde okuduysanız, güzel anılar bırakıyor olabilir o da sadece üniversite için geçerli. Çocuklara verilmesi gereken tek şey, merak duygusu ve kendi kendine öğrenebilme yetisi. Gerisini o çocuk halleder çok güzel bir şekilde. ivan illich'in kitabı yazdığı dönemde internet gibi bir bilgi deryası yoktu, şimdilerde bu kitabın değeri çok daha arttı
Hiç en sevdiğim iç giyim markam olmadı. Başkalarında sevdiğim markalar oldu ama benim kendi giydiğim çok sevdiğim markam olmadı.
Rusya-Ukrayna savaşında, birkaç ukrayna askeri bir rusu öldürmüş. Buraya kadar savaş etiği olarak sorun yok ancak ukrayna askerleri, ölen rus askerin üzerinden telefonunu alıp, annesini görüntülü arayıp, kadınla dalga geçiyorlar. Bu saf kötülükten başka bir şey değil. Savaş koşullarında pek çok şey mazur görülebilir ancak buna hiçbir anlam veremiyorum. Bu davranışla çok büyük bir kesimin nefretini kazanmaktan başka bir şey yapmadılar. Atatürk'ün anzaklar için verdiği mesajın değeri gözümde daha da büyüdü bu olayın dehşeti karşısında. "evlatlarını harbe gönderen analar, göz yaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır"
Hiçbir şey yapmadan izliyorum. İyi giderse ara ara yazabileceğim bir sözlüğüm olur, kötü giderse not defterim olur her türlü kardayım.
Hayat çok garip. Bazen düşünüyorum belki de yüzlerce yıl önce ölmüş ancak benim kitapları aracılığıyla çok sevdiğim birisi belki de böyle tertemiz sıyırmıştır ancak ben tanımadığım için saf bir şekilde sevmeye devam ediyorum. Bazen çok da tanımamak gerekiyor galiba, sevdiğin kısmıyla kal yeter.
Cidden kendime ne notlar yazdım diye merak edip telefonumun notlar bölümüne girdim, gördüğüm şeyi anlamadım ama yazıyorum.
"Sarı tekli uzun olana diğer ikisi kısa olana"
diğer notlarım alınacak yoğurt bilmem ne falan. Bu yazının gizemi bu geceki uykuma mal olacak gibi duruyor.
"Sarı tekli uzun olana diğer ikisi kısa olana"
diğer notlarım alınacak yoğurt bilmem ne falan. Bu yazının gizemi bu geceki uykuma mal olacak gibi duruyor.
Bir bunlar, ikincisi de bal porsukları. Bu hayvanlar nasıl olmuş da nesillerini devam ettirebilmişler anlam veremiyorum. Pandalar çok şapşal, bambu kabuğunu bile üşenip zorla yiyorlar, gitmek istedikleri yere yuvarlanarak gidiyorlar. Bal porsukları da buldukları her şeye kafa atıyorlar, kavgaya tutuşuyorlar. Ona rağmen nesli tükenmeye yüz tutan gariban kelaynak oluyor.
mizahın temeli punchline'dır. Buna vurucu yer diyelim. Vurucu yerin, adı gibi vurucu olabilmesi için, eğer anlatımla yapılıyorsa, uzatılabildiği kadar uzatılır. Çok fazlası tat kaçırır, esas ustalık bu aralığı bulabilmek. Sonrasında ise, bir beklenti oluşturulur ancak bu beklenti yerine, vurucu olan ve bir anda farklı bir şey çağrıştıran olay, kavram artık bağlanan şey her ne ise o öne sürülür. Bu aradaki uyumsuzluk ve aniden sonucun bağlanması, kişide fitili ateşler ve güler. Schopenhauer ise buna iki uyumsuz ucun, bir anda bağlanmasından oluşan anlama safhası der. Mizahın temelinin bu olduğunu düşünür.
İki matematikçi aralarında matematiğin önemi hakkında konuşuyorlarmış. Birisi demiş ki;
"efendim matematik o kadar önemlidir ki, bu ilimi bilmeyen herkesten vergi alınması gerekir!"
İkinci matematikçi hafif güler bir yüzle
"yahu onu zaten yapıyorlar, sayısal loto bunun için değil mi?"
İki matematikçi aralarında matematiğin önemi hakkında konuşuyorlarmış. Birisi demiş ki;
"efendim matematik o kadar önemlidir ki, bu ilimi bilmeyen herkesten vergi alınması gerekir!"
İkinci matematikçi hafif güler bir yüzle
"yahu onu zaten yapıyorlar, sayısal loto bunun için değil mi?"
her komedyen biraz haşlar (roast) seyircisini ama tüm mekanizmayı bunun üzerine kurmak ve bir de hiçbir sınır tanımadan, hakarete varacak derecelere çıkarmak biraz sinir bozucu oluyor. Empati yeteneğim gelişmiş olduğundan mı bilmiyorum ama, aşırı aşağılayıcı şeyler söylediğinde bir seyircisi için, rahatsızlık duyuyorum gülmekten ziyade. Aynı şekilde düşene de gülerler ama aynı mentaliteyle ona da anlam veremiyorum. Oğuzhan uğur da bu şekilde komedi yapıyordu bir ara. Şu an aklıma örnek gelmiyor ama aşırı iğrenç şeyler olduğunu hatırlıyorum. Hiç mi gülmedin be adam derseniz de elbette güldürüyor ama rahatsız ettiği noktalar, izlemememe sebebiyet verdi.
İlgilerini çekecek bir başlık görememiş olabilirler, öyle ise kendiniz başlık açabilirsiniz, ben de pek sevmem başlık açmayı, hali hazırda olana yazmak daha cazip gelir ama denemekte fayda var tabi.
Tutarsızlığa tahammülüm yok. Bir şey hakkında konuşup, kendi prensiplerini de öne sürerek hemfikir olduğumuz bir konuyu sonrasında, konuştuğumuz zaman zaten açıklaması yapılmış bir karşıt söylemi, sanki böyle bir şey yaşanmamış gibi getirip önüme tekrar koyması, anında soğumama sebep oluyor. İki saat neyin nasıl olduğunun açıklanması ardından, iş yerindeki muhasebeci ablanın dediği iki cümleyle, bana o iki saatlik açıklama içerisinde, pek çok şeye cevap varken gelip tekrar sorması, sonsuza kadar yalnız kalma isteğimi perçinliyor. Bu tarz olaylar tekrarlandıkça, geri dönüşü olmayan soğukluklar büyüyor da büyüyor.
Genelde beklentileri yüksek olan insanlar için çok büyük oluyor. Benim gibi karamsar ve en kötüyü hesaba katarak hareket edenler de elbet ara sıra hayal kırıklığı yaşıyor ama boyutu, hayalperestlere kıyasla çok düşük.
Başlığı sürekli görüyorum yazsam çok uzun sürecek diye vazgeçiyorum ama artık dayanamadım yazıyorum.
1-) Her şeyden önce, kimsenin pek de bir şey bilmediği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bilmek durumu çok fazla dayanak gerektiriyor. Platon'a göre bilgi, gerekçelendirilmiş doğru inançtır ve evet onca yıl geçti hala epistemolojide aşağı yukarı bu tanım kullanılır. Yakın zamanda Gettier bu tanıma birkaç örnek olayla karşı çıksa da, bu karşı çıkışları da karşılayacak şekilde tanım yamanmış ve hala bu şekilde kullanılıyor. Demeye çalıştığım şey, bilgi denilen şeyin bile tam olarak içeriğinin doldurulamadığı, havada kavramlarla yapılar kurmaya çalıştığımız şu evrende, birilerinin çıkıp da sanki hayatın anlamını çözmüş gibi size akıl verip, neyin nasıl olması gerektiği hakkında ahkam kesmesine izin vermeyin. Tamamen bir asi olup, başkalarının tecrübelerini hiçe sayın anlamında değil, daha çok, radikal bir şekilde söylediklerinin doğru olduğu sanrısında olan birini görüp, bu kadar eminse kesin bildiği vardır diye peşinden gitmemektir.
2-) Mutluluk kavramını anlamak. Antik yunanda mükemmelliğe ulaşmış tanrıların daire biçiminde ve hareketsiz olduğuna inanılırdı. Ay üstü evren ve ay altı evren diye ayrılan ontolojik görüşleri, gezegenleri durağan ve tanrısal olarak tanımlamaya itti onları. Neden Tanrısal çünkü Tanrı hiçbir şekilde bir şeye ihtiyacı olmayan tamamlanmış bir varlıktır. Tamamlanmış olan bir şey, harekete de ihtiyaç duymaz. Çünkü hareket erekseldir, yani bir nedene bağlı, bir ihtiyacı gidermeye yöneliktir. Tanrı bunlardan yoksun olduğu için ve geometrik olarak en yüce şeklin daire olduğuna inandıkları için Tanrı dairesel ve hareketsizdir diye düşünürler. Bunu anlatmamın sebebi, canlı tanımımızda hareketin önemli bir yeri vardır. Eksik varlıklar olarak sürekli hareket etmemiz gerekir. Bu nedenle de hep bir şeyleri tamamlamak için yolda olmamız, bu çilenin ölene kadar bitmeyeceği anlamına gelir. Mutluluk, bizler için tamamen her şeyi tamamlamış olmaya işarettir. Bu nedenle de hiçbir zaman o istediğimiz kesintisiz mutluluğa ulaşamayız. Ulaştığımız zaman hareketin bir anlamı kalmayacaktır. Mutluluğu tamamlanmış olmak değil de, bu süreç içerisine yayılmış, huzur veren küçük anlar olarak görmeye başlarsak eğer, bu anların da kıymetini bilerek, mutlu bir hayat yaşadım diye gönül rahatlığıyla diyebiliriz. Çoğumuzun mutluluk anlayışı tamamlanmış olmaktır ve bunun asla gerçekleşmeyeceğini bilmez.
3-) Pişmanlık kaçınılmazdır. Öyle ya da böyle hepimiz bir şekilde hayatımızda şunu şöyle yapsaydım ya da hiç bulaşmasaydım diye düşünüp bir pişmanlığımızı dile getirmiş oluruz. Bir çok seçimin içerisinde, çoğu zaman düşünme payı dahi olmadan ilerlediğimiz şu hayatta, mutlaka pişman olacağımızın ve bunun çok doğal bir şey olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunun erkenden farkına varılması ve yaşamın doğal bir getirisi olduğuna ikna olmak, kendinize yükleneceğiniz uzun gecelerden sizi kurtaracaktır. Bir de bunların üstüne sorumluluk almayı ve eylemlerin sonucuna katlanabilme yetisini eklerseniz, en azından kendi seçimlerinizin sonucunu yaşayacağınız için, başkalarının sürüklediği yollarda çektiğiniz çileler ve yaşacağınız pişmanlıklara kıyasla çok daha hafif olacaktır.
4-) Ölüm bilgisine sahibiz ancak onun idrakinden uzağız. Hayatımın uzun bir bölümünde o idrak aşamasını zorladım. Zorladım diyorum çünkü kimse ölümün kendisine geleceğini düşünmez, ne kadar bu apaçık bir gerçek olsa da, inanmayız. Çok nadir zamanlarda bir ürpertiyle beraber bu idrak etme gerçekleşir ancak kısa sürer. Bu elde tutulması zor kaygan bilgiye sürekli sahip olmaya çalışmak, bu uğurda normal hayatı aksatmak ve hayatın anlamını burada aramak size bir şeyler katacak olsa da, uzun vadede götürüsü çok fazla oluyor. Bu nedenle beyninize güvenin ve ölümün idrakinden uzaklaşın. Ölümün varlığını, hayatı değerli yapan bir durum olarak görün. Ölümsüz olsaydınız aşırı canınızın sıkılacağı ve asıl gerçek işkencenin bu olacağına emin olun. Unutmayın Ölüm varken siz yoksunuz, siz varken ölüm yok. Son olarak hayattan alacaklı olanlar ölümden korkar, hayattayken alacağınız ne varsa koparmaya bakın.
5-) İz bırakma isteği. Hepimizde bu az veya çok vardır, hayatın bir anlamı olması, bu anlamın da yapıp ettiklerimiz üzerinden değerlendirilmesi isteği. Bunu yapabilmek için de pek çok yol var ancak kesinlikle yapamamanızı sağlayan bir durum var ki şu aralar pek çok kişide bunu görüyorum. Apolitik olun, etliye sütlüye karışmayın anlamında değil şu an diyeceklerim ancak her gün, hatta saat başı değişen haberler üzerinden, kimseye faydası olmayan söylemleri papağan gibi tekrar tekrar yazıp çizmek, arkadaşlar arasında konuşmak, sürekli bunlardan yakınmanın bir getirisi yok. elli yıl sonra kimsenin hatırlamayacağı tipleri, hayatının merkezine koyup, o şöyle yapmış ama böyle olmuş tarzı aktüel ve bir anlam dahi çıkarılamayacak muhabbetlerle kendi zamanınızı bitirmeyin. Küçük kafalar anlık olayları, orta kafalar kişileri, büyük kafalar da fikirleri konuşur. Fikirlerimin arasında bundan ikibin yıl önce yaşamış insanlar mevcut, bir şey bilmeyen adama ikibin yıl önce yaşamış birini tarif et desen, elinde sopayla karısının saçını çekerek mağaraya götüren bir ayı tasvir eder ancak bu böyle değil. O kişi döneminin zeytin fiyatlarını konuşsaydı, fikirleri bana kadar gelmezdi.
6-) Kendinizle zaman geçirin. Böyle yazınca aptalca tavsiyeler veren içerik üreticisi gibi göründüm ancak bu çok önemli bir madde. Pek çok insan kendi kendine kalamadığı için, kendisiyle herhangi bir konu üzerine derin bir düşünceye giremiyor. Bu da şu anlama geliyor ki, bu insanın tüm değerleri, bilgileri, kavramsal bağlamları, hep dışarıdan ve temellerinden yoksun bir şekilde verilmiş. Böyle bir insandan derinlik beklenemez çünkü çok iyi bildiği sloganvari fikirlerinin arkası bomboştur, biraz konuştuğunuzda bunu kendisi de farkeder ve bu durum onu daha da sinirli bir şekilde size saldırmaya sevkeder. Bu fikirler beyinde işleme girecek zamanın ayrılmamasından dolayı dümdüz yer ederler. Sürekli televizyondan, eldeki telefondan, sokaktaki amcadan, az politika bilgisiyle ona buna küfür saydıran babadan gelen fikir kırıntıları o kişinin gerçekleri olmaya başlar. Tarkovski, "Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık saymayacağınız şekilde yetiştirin" der. Aynı şekilde Nietzsche "benim dost dediğim kişi, kendimle hararetli bir tartışmadayken bana eşlik eden kişidir" der. Kendi kendinize konuşmak delilik değildir, düşünce dediğimiz şey zaten bir iç monologdur. Eğer sizin de tartışmalarınız, Nietzsche kadar hararetliyse, sadece düşünce olmaktan çıkıp, sesli olarak da dışarıya vurabilir, gayet normaldir.
7-) Değiştirme imkanınızın olmadığı şeylere takılıp kendinizi üzmeyin. Bu esasında stoacı ahlakın söylemlerinden biridir. Oldukça basittir, başınıza gelen bir olaya karşı, sizin yapabileceğiniz bir şey yoksa, yapabileceğiniz tek şey, ona üzülüp, kendinize eziyet etmemektir. Elinizde olan yegane şey budur. Sonrasında bu olayın başınıza bir daha gelmemesi için yapabileceğiniz bir şey varsa, onu tespit edip, artık onu yapmaya başlamak gerekir. Ben normalde başımıza gelen her şeyden az veya çok bizlerin sorumlu olduğu varoluşçu ekole daha yakınım ancak hayat çoğu zaman bizlere kolay takip edilebilir bir neden sonuç ilişkisi sunmaz. Hiçbir şekilde suçumuzun olmadığı çok kötü olaylar başımıza gelebilir. Böyle şeylerin varlığını kabullenmek ve elden de bir şey gelmediğini idrak etmenin rahatlatıcı bir yanı da vardır. Bir video var, Vedat Milör teknede yemek yerken telefonunu denize düşürüyor. Herkes bir anda kalkıp telefona bakarken, Vedat Milör, "o telefondan hayır gelmez şimdi, numaralarda vardı tüh" diye ufaktan bir gerçekle yüzleşme konuşması yapıyor kendi kendine ve ayağa dahi kalkmayıp, yemeğini yemeye devam ediyor. Bu işte tam bir stoacı tutumdur. Bu olay yüzünden kendine o haftayı zehir edip, etrafındakilere de kan kusturacak pek çok tanıdığım var.
8-) Kendini keşfetmek. Bu kendinize zaman ayırmakla mümkündür. İnsan benim düşünceme göre kendini yolda oluşturur, tabi buna zahmet etmeyen kişi, yine bir şekilde oluşur ancak etraftan hiç sorgulamadan aldığı şeylerle. Öyle ya da böyle doğuştan gelen bazı yapılarımız da mevcut, bunları anlamak, mutlu bir hayat yaşamak için oldukça elzemdir. Örneğin içe dönük ve kandan korkan birisisiniz, sırf puanınız tutuyor diye hemşire olmaya kalkarsanız, hayat size zulüm olur. Risk almayı seven biriyseniz, daha en baştan ne olacağınız ve nasıl öleceğiniz belli olan bir yol sizi bunaltıyorsa gidip de memur olmayın. Basit örnekler veriyorum ancak bunu sizin kendinizde keşfetmeniz gerekir. Bir kere keşfetmeniz de yetmez, insan zamanla bazen huyu da değişiyor, ara ara kendinize bakıp yeni bir şeyler gelmiş mi anlamanız gerek.
9-) Overthink. Düşünmek her ne kadar tasvip ettiğim bir şey olsa da, yıkıcı ve yorucu bir eylemdir. Bunu gerektiği yerde, gerektiği kadar kullanmak gerekir. Fazlası artık olmayacak senaryoları dahi size düşündürtüp, ne kadar saçma olursa olsun, sanki gerçekleşecek bir şeymiş, gayet olabilirmiş gibi size görünmeye başlar. Düşünmek, sağlam bir yapıyı parçalamak anlamına gelir, fazla parçalamak ise onu tekrar toparlanamayacak kadar ufaltabilir. Örneğin bir iş görüşmesine gideceksiniz, direkt kafanız tertemiz gidin demiyorum, elbette başvuracağınız iş, firma, her neyse onun hakkında bilgi edinip, bu işi niye istiyorsunuz ne gibi şeyler katabilirsiniz tarzı soruları kafanızda çevirip, cevaplar arayabilirsiniz ancak bu düşünme serüveni uzadıkça, olmayacak senaryolarla sizi çok korkutan bir eşiğe gelebilirsiniz. Düşünemye çok değer versem de, fazlasının, kişiyi alıkoyduğuna pek çok kez şahit oldum. Mükemmelliyetçilik de bu düşünme başlığı altında değerlendirilebilir, bazen eksik yola çıkmak gerekir, hiç yola çıkmamaktansa.
Daha yazılabilecek şeyler var ancak çok yazı oldu, bu kadar yazmayı sevmiyorum genelde.
1-) Her şeyden önce, kimsenin pek de bir şey bilmediği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bilmek durumu çok fazla dayanak gerektiriyor. Platon'a göre bilgi, gerekçelendirilmiş doğru inançtır ve evet onca yıl geçti hala epistemolojide aşağı yukarı bu tanım kullanılır. Yakın zamanda Gettier bu tanıma birkaç örnek olayla karşı çıksa da, bu karşı çıkışları da karşılayacak şekilde tanım yamanmış ve hala bu şekilde kullanılıyor. Demeye çalıştığım şey, bilgi denilen şeyin bile tam olarak içeriğinin doldurulamadığı, havada kavramlarla yapılar kurmaya çalıştığımız şu evrende, birilerinin çıkıp da sanki hayatın anlamını çözmüş gibi size akıl verip, neyin nasıl olması gerektiği hakkında ahkam kesmesine izin vermeyin. Tamamen bir asi olup, başkalarının tecrübelerini hiçe sayın anlamında değil, daha çok, radikal bir şekilde söylediklerinin doğru olduğu sanrısında olan birini görüp, bu kadar eminse kesin bildiği vardır diye peşinden gitmemektir.
2-) Mutluluk kavramını anlamak. Antik yunanda mükemmelliğe ulaşmış tanrıların daire biçiminde ve hareketsiz olduğuna inanılırdı. Ay üstü evren ve ay altı evren diye ayrılan ontolojik görüşleri, gezegenleri durağan ve tanrısal olarak tanımlamaya itti onları. Neden Tanrısal çünkü Tanrı hiçbir şekilde bir şeye ihtiyacı olmayan tamamlanmış bir varlıktır. Tamamlanmış olan bir şey, harekete de ihtiyaç duymaz. Çünkü hareket erekseldir, yani bir nedene bağlı, bir ihtiyacı gidermeye yöneliktir. Tanrı bunlardan yoksun olduğu için ve geometrik olarak en yüce şeklin daire olduğuna inandıkları için Tanrı dairesel ve hareketsizdir diye düşünürler. Bunu anlatmamın sebebi, canlı tanımımızda hareketin önemli bir yeri vardır. Eksik varlıklar olarak sürekli hareket etmemiz gerekir. Bu nedenle de hep bir şeyleri tamamlamak için yolda olmamız, bu çilenin ölene kadar bitmeyeceği anlamına gelir. Mutluluk, bizler için tamamen her şeyi tamamlamış olmaya işarettir. Bu nedenle de hiçbir zaman o istediğimiz kesintisiz mutluluğa ulaşamayız. Ulaştığımız zaman hareketin bir anlamı kalmayacaktır. Mutluluğu tamamlanmış olmak değil de, bu süreç içerisine yayılmış, huzur veren küçük anlar olarak görmeye başlarsak eğer, bu anların da kıymetini bilerek, mutlu bir hayat yaşadım diye gönül rahatlığıyla diyebiliriz. Çoğumuzun mutluluk anlayışı tamamlanmış olmaktır ve bunun asla gerçekleşmeyeceğini bilmez.
3-) Pişmanlık kaçınılmazdır. Öyle ya da böyle hepimiz bir şekilde hayatımızda şunu şöyle yapsaydım ya da hiç bulaşmasaydım diye düşünüp bir pişmanlığımızı dile getirmiş oluruz. Bir çok seçimin içerisinde, çoğu zaman düşünme payı dahi olmadan ilerlediğimiz şu hayatta, mutlaka pişman olacağımızın ve bunun çok doğal bir şey olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunun erkenden farkına varılması ve yaşamın doğal bir getirisi olduğuna ikna olmak, kendinize yükleneceğiniz uzun gecelerden sizi kurtaracaktır. Bir de bunların üstüne sorumluluk almayı ve eylemlerin sonucuna katlanabilme yetisini eklerseniz, en azından kendi seçimlerinizin sonucunu yaşayacağınız için, başkalarının sürüklediği yollarda çektiğiniz çileler ve yaşacağınız pişmanlıklara kıyasla çok daha hafif olacaktır.
4-) Ölüm bilgisine sahibiz ancak onun idrakinden uzağız. Hayatımın uzun bir bölümünde o idrak aşamasını zorladım. Zorladım diyorum çünkü kimse ölümün kendisine geleceğini düşünmez, ne kadar bu apaçık bir gerçek olsa da, inanmayız. Çok nadir zamanlarda bir ürpertiyle beraber bu idrak etme gerçekleşir ancak kısa sürer. Bu elde tutulması zor kaygan bilgiye sürekli sahip olmaya çalışmak, bu uğurda normal hayatı aksatmak ve hayatın anlamını burada aramak size bir şeyler katacak olsa da, uzun vadede götürüsü çok fazla oluyor. Bu nedenle beyninize güvenin ve ölümün idrakinden uzaklaşın. Ölümün varlığını, hayatı değerli yapan bir durum olarak görün. Ölümsüz olsaydınız aşırı canınızın sıkılacağı ve asıl gerçek işkencenin bu olacağına emin olun. Unutmayın Ölüm varken siz yoksunuz, siz varken ölüm yok. Son olarak hayattan alacaklı olanlar ölümden korkar, hayattayken alacağınız ne varsa koparmaya bakın.
5-) İz bırakma isteği. Hepimizde bu az veya çok vardır, hayatın bir anlamı olması, bu anlamın da yapıp ettiklerimiz üzerinden değerlendirilmesi isteği. Bunu yapabilmek için de pek çok yol var ancak kesinlikle yapamamanızı sağlayan bir durum var ki şu aralar pek çok kişide bunu görüyorum. Apolitik olun, etliye sütlüye karışmayın anlamında değil şu an diyeceklerim ancak her gün, hatta saat başı değişen haberler üzerinden, kimseye faydası olmayan söylemleri papağan gibi tekrar tekrar yazıp çizmek, arkadaşlar arasında konuşmak, sürekli bunlardan yakınmanın bir getirisi yok. elli yıl sonra kimsenin hatırlamayacağı tipleri, hayatının merkezine koyup, o şöyle yapmış ama böyle olmuş tarzı aktüel ve bir anlam dahi çıkarılamayacak muhabbetlerle kendi zamanınızı bitirmeyin. Küçük kafalar anlık olayları, orta kafalar kişileri, büyük kafalar da fikirleri konuşur. Fikirlerimin arasında bundan ikibin yıl önce yaşamış insanlar mevcut, bir şey bilmeyen adama ikibin yıl önce yaşamış birini tarif et desen, elinde sopayla karısının saçını çekerek mağaraya götüren bir ayı tasvir eder ancak bu böyle değil. O kişi döneminin zeytin fiyatlarını konuşsaydı, fikirleri bana kadar gelmezdi.
6-) Kendinizle zaman geçirin. Böyle yazınca aptalca tavsiyeler veren içerik üreticisi gibi göründüm ancak bu çok önemli bir madde. Pek çok insan kendi kendine kalamadığı için, kendisiyle herhangi bir konu üzerine derin bir düşünceye giremiyor. Bu da şu anlama geliyor ki, bu insanın tüm değerleri, bilgileri, kavramsal bağlamları, hep dışarıdan ve temellerinden yoksun bir şekilde verilmiş. Böyle bir insandan derinlik beklenemez çünkü çok iyi bildiği sloganvari fikirlerinin arkası bomboştur, biraz konuştuğunuzda bunu kendisi de farkeder ve bu durum onu daha da sinirli bir şekilde size saldırmaya sevkeder. Bu fikirler beyinde işleme girecek zamanın ayrılmamasından dolayı dümdüz yer ederler. Sürekli televizyondan, eldeki telefondan, sokaktaki amcadan, az politika bilgisiyle ona buna küfür saydıran babadan gelen fikir kırıntıları o kişinin gerçekleri olmaya başlar. Tarkovski, "Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık saymayacağınız şekilde yetiştirin" der. Aynı şekilde Nietzsche "benim dost dediğim kişi, kendimle hararetli bir tartışmadayken bana eşlik eden kişidir" der. Kendi kendinize konuşmak delilik değildir, düşünce dediğimiz şey zaten bir iç monologdur. Eğer sizin de tartışmalarınız, Nietzsche kadar hararetliyse, sadece düşünce olmaktan çıkıp, sesli olarak da dışarıya vurabilir, gayet normaldir.
7-) Değiştirme imkanınızın olmadığı şeylere takılıp kendinizi üzmeyin. Bu esasında stoacı ahlakın söylemlerinden biridir. Oldukça basittir, başınıza gelen bir olaya karşı, sizin yapabileceğiniz bir şey yoksa, yapabileceğiniz tek şey, ona üzülüp, kendinize eziyet etmemektir. Elinizde olan yegane şey budur. Sonrasında bu olayın başınıza bir daha gelmemesi için yapabileceğiniz bir şey varsa, onu tespit edip, artık onu yapmaya başlamak gerekir. Ben normalde başımıza gelen her şeyden az veya çok bizlerin sorumlu olduğu varoluşçu ekole daha yakınım ancak hayat çoğu zaman bizlere kolay takip edilebilir bir neden sonuç ilişkisi sunmaz. Hiçbir şekilde suçumuzun olmadığı çok kötü olaylar başımıza gelebilir. Böyle şeylerin varlığını kabullenmek ve elden de bir şey gelmediğini idrak etmenin rahatlatıcı bir yanı da vardır. Bir video var, Vedat Milör teknede yemek yerken telefonunu denize düşürüyor. Herkes bir anda kalkıp telefona bakarken, Vedat Milör, "o telefondan hayır gelmez şimdi, numaralarda vardı tüh" diye ufaktan bir gerçekle yüzleşme konuşması yapıyor kendi kendine ve ayağa dahi kalkmayıp, yemeğini yemeye devam ediyor. Bu işte tam bir stoacı tutumdur. Bu olay yüzünden kendine o haftayı zehir edip, etrafındakilere de kan kusturacak pek çok tanıdığım var.
8-) Kendini keşfetmek. Bu kendinize zaman ayırmakla mümkündür. İnsan benim düşünceme göre kendini yolda oluşturur, tabi buna zahmet etmeyen kişi, yine bir şekilde oluşur ancak etraftan hiç sorgulamadan aldığı şeylerle. Öyle ya da böyle doğuştan gelen bazı yapılarımız da mevcut, bunları anlamak, mutlu bir hayat yaşamak için oldukça elzemdir. Örneğin içe dönük ve kandan korkan birisisiniz, sırf puanınız tutuyor diye hemşire olmaya kalkarsanız, hayat size zulüm olur. Risk almayı seven biriyseniz, daha en baştan ne olacağınız ve nasıl öleceğiniz belli olan bir yol sizi bunaltıyorsa gidip de memur olmayın. Basit örnekler veriyorum ancak bunu sizin kendinizde keşfetmeniz gerekir. Bir kere keşfetmeniz de yetmez, insan zamanla bazen huyu da değişiyor, ara ara kendinize bakıp yeni bir şeyler gelmiş mi anlamanız gerek.
9-) Overthink. Düşünmek her ne kadar tasvip ettiğim bir şey olsa da, yıkıcı ve yorucu bir eylemdir. Bunu gerektiği yerde, gerektiği kadar kullanmak gerekir. Fazlası artık olmayacak senaryoları dahi size düşündürtüp, ne kadar saçma olursa olsun, sanki gerçekleşecek bir şeymiş, gayet olabilirmiş gibi size görünmeye başlar. Düşünmek, sağlam bir yapıyı parçalamak anlamına gelir, fazla parçalamak ise onu tekrar toparlanamayacak kadar ufaltabilir. Örneğin bir iş görüşmesine gideceksiniz, direkt kafanız tertemiz gidin demiyorum, elbette başvuracağınız iş, firma, her neyse onun hakkında bilgi edinip, bu işi niye istiyorsunuz ne gibi şeyler katabilirsiniz tarzı soruları kafanızda çevirip, cevaplar arayabilirsiniz ancak bu düşünme serüveni uzadıkça, olmayacak senaryolarla sizi çok korkutan bir eşiğe gelebilirsiniz. Düşünemye çok değer versem de, fazlasının, kişiyi alıkoyduğuna pek çok kez şahit oldum. Mükemmelliyetçilik de bu düşünme başlığı altında değerlendirilebilir, bazen eksik yola çıkmak gerekir, hiç yola çıkmamaktansa.
Daha yazılabilecek şeyler var ancak çok yazı oldu, bu kadar yazmayı sevmiyorum genelde.
Sonrasında dayanamayıp patlayarak, dışarıdakiler tarafından fazla reaksiyon veriyorsun diye suçlanacağınız eylemdir. En güzeli bu kadar içe atıp biriktirmek yerine, yavaş yavaş bile olsa, paylaşmak, rahatlayacak limanlar bulmak, hiçbir şey bulamıyorsan, gelip burada yazmak gerekir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?