eğer yapmam gereken şeyin belli bir zamanı varsa mutlaka yaptığım şey. planlı hareket etmek hiç benlik değil maalesef. diğer türlü her şeyi aklıma estiği an halletmeye çalışıyorum. aklım zaten karmakarışık bir de önemsiz şeylerle doldurmamam lazım.
adnan oktar'ın gençken sevdiği sarışın bir kadın varmış ve o kadını elde edemediği için takıntı yapıp, bu kedicikler saçmalığını çıkardığı söyleniyor. bu yüzden bu kedicikleri de o gençlik aşkına benzetmeye çalışmış aslında. gerçekten hasta bu adam ya.
bu takıntı yaptığı kadın röportaj bile vermiş o dönemde. ama var ya görsen nasıl güzel kadınmış gençliğinde, bu kediciklerin hepsini toplasan bir o etmez de işte...
çoğu zaman salak oldukları sanılır. çünkü kalp kırmamaya özen gösterirler bu yüzden bazı şeyleri içlerine atarlar. sonra da 'kendini savunamıyor salak' damgası yerler.
hiç sevmem normalde. ses tonuma da hiç yakışmaz. belki komik bile gelebilir. küfür ettiğim insanın küfür etmeme sinirleneceğini bile düşünmüyorum, hoşuna bile gidebilir shshdh. neysee, yine de biliyoruz, cinsiyetsiz bir kaç küfür. ne yapalım hayat şartları...
yaa şimdi utandım böyle açıktan söylemeye dhhshd şerefsize şerefsiz diyeceksin tabii ki, bence argo bile sayılmamalı. şereflinin negatif versiyonu işte
hep yapıyorum bunu ya. 'şunu asla yapmam, bunu asla yapmam' hiç sekmez ama mutlaka yaparım o şey her neyse. sonra 'amaaann ne var yaptıysak yaptık işte' hiç mi akıllanmaz bir insan? ben asla.
kimse beni anlamıyor klişelerine girmek istemiyorum ama etrafımdaki kimse bir şeylerin konuşularak çözülebileceğine inanmıyor gibi geliyor. herkesle bir sorunum var aslında ama bunu onlarla konuşmak istediğimde aldığım cevapların konuyu geçiştirmek üzerine olması işleri pek kolaylaştırmıyor açıkçası.
chatgpt kadar olamıyorlar. gerçekten yazıklar olsun.
hep bir acelesi varmış gibi davranan insanları sevemiyorum. yani ne(re)ye yetişmeye çalışıyorsunuz bu kadar?
müzik açıp, bir yandan bir şeyler içerek hazırlanmayı seviyorum. bir kahveyi yavaş yavaş içmeyi seviyorum. sakin bir tonda kelimeleri tane tane kullanarak kendimi anlatmayı seviyorum. yolda aheste yürümeyi, (kaldırımlar ve yaya geçidi hariç) etrafımı izlemeyi seviyorum. bir yere yetişme telaşında olmamayı çok seviyorum açıkçası ve sürekli bir yerlere yetişecekmiş gibi aceleci insanları hiç anlayamıyorum.
bu gün marketten dönerken bir adamın bir başka adama bağırarak bir şeyler söylediğini duydum, ne dediğini de anlamadım dedim kesin kavganın ortasında kalacağım falan ama meğerse adam sinirli değilmiş konuşma tarzı buymuş. aşırı sinir bozucu.
kuvvetli bir alkış dizisindeki gibi 'yalnız kalamadım, sevgili oldum. ayrılamadım, evlendim. boşanamadım, çocuk yaptım' şeklinde devam edebilecek olması muhtemel olay.
bir hayat nasıl heba edilebilir sorusunun cevabı gibi. korkunç.
hep ölüme hazırlıklıyım sanıyorsun ama sevdiğin birinin ölümünü beklediğin an anlıyorsun hiç hazırlıklı olmadığını. hangisi daha zor bilmiyorum, bir anda kaybetmek mi, kanser gibi bir hastalıktan kaybetmek mi?
daha küçüktüm mesela o zamanlar, hastalığın ciddiyetini fark edemediğim için mi yoksa ölüp beni yalnız bırakacağına olan öfkemden mi bilmiyorum, (sanki bu onun elinde olan bir şeymiş gibi) yine onunla kavga etmeye devam ediyordum.
15 yaşındaydım, lisenin ikinci senesi, okulda ingilizce sınavım var, eve geldiler apar topar hastaneye gideceğiz diye, okulda ingilizce sınavım var bu gün dedim, o kadar farkında değilim ki hiçbir şeyin. inat etmedim yine de, gittim. iyiki de gitmişim, onu son görüşümmüş meğerse.
üzüldüğümü bile belli edemedim o an, sanki hayat durmuş gibi bir şey. o günden sonra bir ağladım, iki güldüm. yok sayarak süreci atlatmaya çalıştım beceremedim. ağlaya ağlaya uyuya kaldığım bir gün rüyamda gördüm, ağlama diyordu. o gün anneme rüyamı anlatırken son kez ağladım. hâlâ ara ara yokluğunu hissedince ağlamak istiyorum ama direniyorum işte.