ak gezenlerin gerçek olduğuna ikna etmek için yapılan toplantıda, yalan söylemediği için tüm uğraş boşa gider. Niye yalan söylemedin diye sorduklarında ise Kant ahlakından dem vurarak, yalanın kendi içinde kötü olduğu, bir olaya ya da duruma bağlı bir şey olarak bunun değişemeyeceğini, bu nedenle de doğruları söyleyen birileri olmalı ki sözlere hala itimat edilmeli gibi bir ahlaki öğreti sunar. Tamamen Kantçı bir yaklaşımdır ve dizide bile böylesine bir ahlaki edimin, kimseye faydası olmayan sonuçlarını görüyoruz.
Kant ahlakı biraz sıkıntılı,hiçbir eylem kendi içinde kötü veya iyi değil aslında, yalan söylemeyi insanlar kötü olarak belirliyor, pragmatik bir sebepten dolayı, herkes yalan söylerse güven duygusu olmaz, toplum mekanikleri işlemez.
En bilinen karşı çıkışlardan biri, kapını çalan ss subayı evde yahudi var mı diye sorduğunda, senin odanda saklanan yahudiyi yalan söyleyerek kurtarır mısın düşünce deneyidir. Kant'a göre yalan söylemeyip teslim etmek gerekir, sonucunda ölse dahi, sen ahlaki olanı yaptın ama sonucu kötü olunca, insan ahlaklı davrandığına ikna olamıyor. Bana göre Kant ahlakının en büyük sorunu insanı robotlaştırması. Belli başlı temeller verip, onlara uyarsan ahlaklısın diyor, hiç sonuçları düşünmeden, sadece doğru olanları yapıp hayata devam etmek, programlanmış bir robottan farksızlık yaratıyor ve insanın temeli olan düşünüp, sorumluluk alıp, eylemde bulunmayı öldürüyor.
kesinlikle haklısın. kant ahlakının böyle açmazları var. Üstelik insan robot değil değişken varlık, Sabit insan Doğası diye bir şey de yok, sürekli değişim, dönüşüm mevcut. 12.yüzyılda bir avrupa kentinde halk cellatların kelle almasını izliyordu, bunda hiçbir sorun yoktu, 21.yüzyılda böyle bir şey kalmadı. İnsan asla sabit bir varlık değildir,sürekli değişir.
Bu ilke felsefi tartışmalarda birinin, diğerinin argüman ya da argümanlarını değerlendirirken bu argümanların maksimum düzeyde hakikati verdiğini varsaymamız gerektiğini söyler. Bu ilkeye göre muhatabımızın iddialarına maksimum makuliyet atfetmemiz ve bu doğrultuda ele almamızı, incelememizin gerektiğini belirtir.
Örnek; bir arkadaşımız bize "Ben dün gece uzaylılar tarafından ziyaret edildim." dedi.
iyi niyet ilkesi göz önüne alınarak, 1-) Söylenilen sağ duyuya çok ters bir şeydir ancak olabilmesi ihtimal açısından çok çok düşük bile olsa mevcuttur. 2-) Söyleyen kişi alkollü değildir ve bildiğimiz kadarıyla herhangi bir uyuşturucuya bağımlı da değildir. 3-) Uzaylıların varlığına dair her ne kadar bir bulgu olmasa bile yokluğunun da kanıtlanmış olduğu söylenemez
Yukarıdaki iddiaya iyi niyet ilkesi uygulanmasına rağmen hala elle tutulur ve sağ duyuya yakın bir sonuç elde edilemeyebilir. Önemli olan her iddiaya bu şekilde yaklaşmaktır. Bu yaklaşım biçiminin faydası, bizlerin yanlış bir bakışta olduğumuz zaman, karşıt görüşü direkt yadsımak yerine doğru olanı bulmamızı daha da kolaylaştıracaktır. Kötü yanı ise, herkese uygulanmaya kalkıldığında büyük zaman kaybına uğratmasıdır. Bu nedenle seçici olmakta fayda var.
Baştan sona okumadığım için pek bir bilgim yok. Tek hatırladığım, edwird'ın söylediği "makale yazmadım senin gibi bilemem" tarzı iğneleyici sözüydü. Psikoloji başlığı altında benle de saçma bir kavgaya tutuşmak isteyen biri olmuştu, böyle durumlarda en iyi yöntem eğer tartışmanın amacının hakikati anlamak olmadığını anladığınızda kendinizi yormamaktır. Yıllarca sözlüklerde, sağda solda her türlü tartışmaya tutuşmuş biri olarak, böyle tartışmaların hiçbir artısı olmuyor. Ne bir şey katıyor, ne başkasını bir yanlıştan döndürüyor. O nedenle (bkz: tartışma kültürü) yoksa uzaklaşmak lazım. Bu da elde tutulması zor bir şeydir, bu kadar dile getirmeme rağmen benim bile zaman zaman çıktığım oluyor.
Akademisyen olduğum zamanlarda kullandığım maile sadece sabah dokuz gibi bakar, gelen mesajları cevaplar sonra bakmazdım. Şimdi ise iş bağladığım emaili sürekli kontrol ederim, gelen mail anında bildirim olarak düşer. Hal böyle olunca sır gibi saklıyorum bu mail adresini spamcılara yar olmasın diye. Onun dışında 5 tane daha var, biri drive hesabı için, diğerleri de salak salak yerlere kaydolurken istendiği için. Onlara, kod gerekmedikçe girmem.
aralarında ulus baker'in de olduğu değerli akademisyenlerin yazılarını barındıran kendi kurdukları eski bir site. yayımlanmayan yazılar da mevcut, sadece sitede olan.
Toplumların yaşadıkları coğrafi bölgelere göre bazı temel davranış kalıpları edindiklerini söyler. Bunların bilinmesi ve buna göre tavır alınmasının öneminden bahseder. Örneğin arabistanda çok yoğun ve yıldırıcı sıcaklıklar olduğu için, o toplumda dakikliğe olan önem düşüktür, insanlar sıcaktan mayışmış haldedirler bu da yaptıkları işleri savsaklamalarına hatta bunun gayet normal karşılanmasına yol açar. Kendisi tarihin tekerrür ettiğini, büyük ölçekte tarih incelendiğinde ise, belli başlı evrelerden geçildiğini söyler. Bu evreler ışığında, toplumun hangi durumda olduğunu ve ona göre tedbirler alınması gerektiğini düşünür.
Aslında tam manipülasyonu karşılamıyor, çünkü manipüle etmek, öyle alelade bir şekilde kişiyi isteği doğrultusunda hareket etmesi için ikna etmek değildir, baya sistemli ve insan psikolojisi hedef alınarak yapılır. Hayatta kimse kendi zararına bir şey için başkasını yönlendirmez herhalde, hepimiz zaten temel olarak bunu yapıyoruz. Hepimiz birer süper manipülatör müyüz? elbette hayır.
Hem erkeklerden ilk adımı bekleyip, hem de bu durumu sözlü taciz kategorisine almak iki yüzlülüktür. Attığın mesajlarda kötü bir şey yok, ha asıl kötü şeyler başka yerde diyorsan bu mesajları niye attın o da ayrı konu tabi. Çocuk istemediğini daha yeni anlamış, tamam yazmam bir daha diyor. Ne demesi lazım pek anlamadım.
ne ka güzel çıkmışsın sözlü taciz miymiş aga yaaaa,
Farkettigim andan belli hep uzak durdum ama onun özel sebepler dolayı zaten yaralı olduğu için kıracağımı dusunmustum. Asla hiç ben yazmadım. Hep uzak cevaplar verdim.
Yok işine gelince cin gibiymiş. Ben çok safmisim ki her ne kadar hep uzak dursamda hemen farkedip kendimden tamamen uzaklaştirsaymişjm. İnsan hiç birini üzmek istememek için 1 yılın üzerinde ara var yok gibi alttan alttan katlanır mi ben katlanmisim.
temel nedeni, kırsal kesimde kız, kadın ayrımı yapılması. Kız'ı genç kadın olarak değil de, kızlık zarı hala yerinde duran olarak adledip, kadın'ı ise kendi tabirleriyle patlak olarak etiketlendirmek. Kısaca 40 yaşında kız olabilirken, 16 yaşında kadın yani patlak olabilirsiniz. Bunlar benim adlandırmalarım değil, mesele anlaşılsın diye yazıyorum. Yurdum nazik köylüsü ise, bir kadına hitap edeceğinde, kadın demez çünkü patlak demektir ayıptır, kız da demez çünkü bilmez kızlık zarı var mı yok mu kadın mıdır nedir bilemem dediği gibi devlet büyüğümüzün, son çare olarak bağğyan diye seslenir.
Kültürel feministler ise, ki bunlar kavramlara aşırı düşkündür o yüzden çok hak verdiğim bir noktadalar, çünkü düşünmemizin temelinin, bu kavramların arkasında ne yattığıyla doğrudan ilişkili olduğunu söylerler. Kadın demeye alıştırmak, bunu bir mesele haline getirmek için çabalarlar ki, çoğumuz artık bunu az çok biliyoruz, nedenine vakıf olamasak bile, bağyan demenin irrite edici bir yerde olduğunu fark edip, kadın diyoruz. İşe yaramış gibi görünüyor.
Diyalektik düşünme kabaca bir felsefi diyalogdur. Yani iki karşıt görüş arasında fikir çarpışmasıdır. Tabi illa iki kişi arasında olması zorunlu değildir, monolog bir halde hayali iki kişiyi tartıştırıp ardından kanıtlamak istediğiniz fikre çıkarım yapmalarını sağlayacak sahte bir diyalog da kurabilirsiniz, platon'un sokrates üzerinden yaptığı gibi.
süreç şöyle işler;
1- Taraflardan biri bir iddia ortaya atar 2- Başka bir taraf bu iddiayı eleştirir ya da karşıt bir iddia ortaya atar 3- İlk iddiayı ortaya atan taraf eleştirilere karşı iddiasını savunmak için düşüncesini revize (yeniden ele alır) ve rafine (arındırır) eder 4- Karşıt taraf orjinal iddiasının yeni savunusunu da eleştirir ya da karşıt iddiasını güçlendirir. 5- Nihai kertede ortaya daha sofistike veya meselenin daha doğru bir yorumu yahut sentezi ortaya çıkar.
Son olarak düşünmek de aslında bir iç monologdur, yani kendi kendinize düşünerek diyalektik metodu kullanırsınız. (bkz: Felsefi metodoloji)
celal şengör'ün mantıkta modus tollens kullanarak her şeyi temellendirebileceğimizi söyleyerek, hegel'in de aslında bunu yaptığını, o yüzden de dediği her şeyin zırva olduğunu söylediği filozoftur. modus tollens çıkarımında temel nokta, ilk öncüyü olabildiğince iyi şekilde argümanlarla bezemektir. Sonrasında zaten mantık kendi işini görür.
Örneğin; yağmur yağmıyorsa, yerler kurudur. yağmur yağmıyordur o halde yerler kurudur.
Şimdi yerlerin kuru olması, sadece yağmura bağlı bir şey değildir ancak mantıki çıkarım içerisinde, ilk söylemi sayfalarca argümanla kişiye kabul ettirdiğinizde, istediğini sonuca mantık olarak ulaşırsınız. Düzgün takibi olmayan kişi, ister istemez doğruluğuna ikna olur.
Ergenlerin elinde heba olan üstadım. Onu sadece söz paylaşım aracı olarak kullanan ancak demek istediğinden gram haberi olmayanlar bir yana, bir de karamsarlığını ve nihilizmini kamçılayan bir figür olarak ona sevgi besleyenlerin adını karaladığı yegane düşünür. Bunların bir üstü, nazilere yol gösteren ve ırkçı olduğunu iddia edenler. Bu gözler nietzsche'ye müslüman denildiğini bile gördü. Bu kadar dile gelip de, böylesine yanlış anlaşılan kaç kişi daha vardır acaba.
nietzsche yazım tarzı gereği, sürekli göndermeler yapan, okumaya alıştığımız tarzda kavramları direkt öne sürmek yerine, onlara hayat verip, bizzat hayatın içerisinde bize göstermeye çalışır. En temel meselesi, insanlık tarihinden bugüne, koca bir düşünsel süreç içerisinde, insan hiçbir zaman şu anda yaşanan hayata değer vermemiş, hep bir öteki, sonraki, yüce ve ulaşılmaz olan bir şey yaratıp, onu arzulayarak, hayatın bizzat kendisini ıskalamıştır. Sokrates'ten bu yana, hep aranan şey, hayatın içerisinde değil, platon'un ideası ya da ona denk gelen ulaşılmaz ve mükemmel olduğu varsayılan bir şeyler olmuştur. Oysa hayat biriciktir ve hepimizin elinde sadece onu yaşamakla var edebileceğimiz bir yerdedir. Tüm akıl ona yorulmalı, her şey hayatın bizzat içerisinde aranmalıdır.
direkt nietzsche okuyarak onu tam olarak anlayamayız çünkü kendisi, kendisinden öncekilere saldırarak felsefesini ortaya koyar. Bu saldırıların hedeflerini bilmemek, onu da anlamada eksikliklere yol açar. Bu nedenle anlaşılmamaması bir nebze anlaşılabilir ancak bu kadar anlaşılamamazlığa rağmen böylesine popüler olmasını anlamak zor. Yazılacak daha çok şey olsa da, kendisi benim korktuğum bazı yanlarımı açığa çıkarmama sebebiyet veriyor o yüzden bu kadar yeter.
Bir insan ne zaman inisiyatif alır? Kant'ın söylemiyle aydınlanma yaşayıp, ergin olmama halinden çıkıp, kendi kendine düşünüp, kendi eylemlerinin sorumluluğunu aldığı zaman.
Bir insan ne zaman sorumluluk almaya başlar? başına gelen her şeyin, öyle ya da böyle kendisinin yüzleşeceğini fark edip, en azından başıma gelenler, kendi kararlarım yüzünden olsun, kendi düşen ağlamaz fikrini içselleştirdiği zaman.
İşte o zaman hayat değişmeye başlar, içerisinde bulunduğunuz sonsuz döngüyü kırıp, farklı bir hayat yaşamaya başlarsınız.
Zizek, insanların sadece kültürlerindeki temel noktalara bakarak, diğer şeyleri nasıl da oluşturdukları hakkında büyük fikirler edinebileceğimizi söyler. Örneğin tuvaletler, ona göre fransızların tuvalet anlayışı, (bizim alaturka olarak bildiğimiz) sorunu anında çözmeye yöneliktir. Dışkınızı görmek zorunda kalmazsınız. Fransa, ihtilaliyle, politik hırçınlığıyla bilinir. Dışkıya karşı çözümleri de onunla hiç muhatap olmadan yok etmektir. Almanların ise, klozettir ancak delik geridedir. Yani dışkıyı yaptığınızda, suya düşmez, sifonu çekene kadar onu inceleme fırsatı bulursunuz. Almanların kültürel miraslarına baktığımızda, şiirselliği görürüz, felsefiyi görürüz, ne kadar sert ve kötü olsa dahi, sorunlarla yüzleştiklerini görürüz. İngilere ise, amerika'ya da aktardığı ve daha da kemikleşen pragmatizminin izlerini görürüz. Onlarda tuvalet klozettir ve delik tam dışkının düşeceği yerdedir. Dışkı suyun içerisinde kalır ama yok olmaz. Yani ne sorunla tam olarak yüzleşir, ne de onu tamamen yok edip görmezden gelir. Akılcıl yolu, orta yolu bulur.
Bu tarz yaklaşımlar ufuk açıcı olabiliyor. Örneğin buna benzer başka bir yaklaşım da, bir bölgede bazı şeyleri anlayabilmek için, orada atılan çöpleri incelemek.
Aslında bu olay, maymundan geldiğimizi anladıktan sonra aklımıza dank eden bir şey değildir. Aristoteles İnsanı düşünen hayvan olarak kategorize eder. Darwinci Evrim teorisinden çok daha önceleri, çinli filozofların, hayvanlar alemi kategorizasyonu, tıpkı darwinci söylemde olduğu gibi yakınlıklar barındırır. Darwin ve lamarckla söylenenin daha vurucu olmasının sebebi artık bunun derli toplu ve artık bilim denen şeyin sınırlarının daha da belirginleşmesi nedeniyle onun da sahasına sokabilecekleri şekle getirmelerinden kaynaklıdır.
Nietzsche, 1800'lü yıllarda bu görüşün getirdiği büyük nihilizm dalgasını fark etmiş ve kitleleri uyarmaya çalışmıştır. Artık bilim gibi sarsılamaz ve içerisinde retorik yapılabilecek sözlerin karışmadığı, her aklı başında insanın, anı deneyler sonucunda aynı şeylere varacağı bir yöntemle kanıtlanmış olanın, büyük tahribatlara sebebiyet vereceğini söyler. İnsan hep kendisini üstte, değerli, tüm evrenin kendisi için yaratıldığı gibi çok kibirli söylemlerle yıllarca kendini kandırmıştır. Oysa bu apaçık gerçek, bir tokat gibi vuracak, binlerce yıl insanların kurduğu ve sarsılmaz sandığı o değerler, anında çökecektir. İnsanların yapması gerekenin ne olduğunu şimdiden düşünmeleri gerektiğini söyler.
-alıntı- "Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu biz öldürdük. Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri? Neydi bıçaklarımızın altında ölümüne kan döken, dünyanın sahip olmuş olduğu bu en kutsal ve en kudretli şey: bu kanı kim silecek üzerimizden? Kendimizi temizlememiz için hangi su var? Hangi kefaret bayramlarını, hangi kutsal oyunları icat etmemiz gerekecek? Fazla büyük değil mi bize, bu amelin yüceliği? Sırf ona layık görünmek için bizim de tanrı olmamız gerekmez mi?" -alıntı-
ancak ne gariptir ki, nihilizm karşısında bizi uyaran ve bu çukura düşmemek için ne yapılması gerektiğini açıklayan filozof, nihilist olarak bilinir. Ben bu kulaklara göre ağız değilim der, ancak aradan 220 yıl geçmesine rağmen, hala o kulakların çoğu işitmez.
"Belden aşağımız olmasaydı, insan kendisini Tanrı adlederdi" Bunu başaramayan insan, Tanrı'yı yarattı ve kendisini onunla özdeşleştirdi. Uzun lafın kısası, büyük anlatılar devri kapandı, kendi küçük anlatılarınızı oluşturmanız gerekiyor artık. Hepimiz hayvanız, öyle çok da değerli kimseler değiliz.
çok doğru bir yaklaşımdır. Bir şeyler hakkında bilgi edinebilmemizin en temel göstergesi, belli başlı tekrarlanan şeyler sunabilmesidir. Bir gün su deniz seviyesinde 100 derecede kaynarken, öteki gün 150 de kaynarsa eğer, buradan bilgi çıkmaz. Ancak suyu uzun bir süre gözler ve bazı belli durumlarda 100 derecede kaynama ihtimali çok daha fazladır gibi bulgular bulunabilir. Elbette bu dediğim şey, bilim şakşakcıları anlasın diye, sosyal bilimlerin karmaşık dünya'sında nasıl çıkarım yaptıklarını anlamalarına yöneliktir, yoksa su hep deniz seviyesinde 100 derecede kaynar.
İnsan her ne kadar asla anlaşılamaz ve bir sürü potansiyeli bünyesinde barındırır gibi görünse de, oldukça tahmin edilebilirdir. Verdiğimiz kararların çok ama çok azını kendi isteğimizle ve kendi düşüncelerimiz ışığında hür irademizle veririz. Bu da insanların büyük bölümünün hareketlerinin sürü olarak değerlendirebilmemize ve belli başlı şeyler ışında tekrarlanabilen olayları önümüze düşürür. Kısaca Tarih tekerrür eder.
Tekerrür etmek kavramını, aynı nehirde iki defa yıkanılmaz şeklindeki felsefi söyleme indirgeme niyetindeyseniz eğer, o zaman ertesi günde güneşin tekrar doğudan doğacağı da kestiremeyiz. Elime bir taş alıp, yere bıraktığımda taşın yere düştüğünü görürüz. Tekrar elime alıp bırakmaya kalktığımda onun tekrar yere düşeceğine dair olan bilginiz, şüpheci yaklaşımla asla olamaz. Çünkü yerden yeniden aldığım taş ne o eski taştır, ne de biraz önce elimden taşı bırakan ben aynı bendir.
Uzun lafın kısası, ibn'i haldun, Marx, spencer ve daha pek çok düşünür, bu tekerrür meselesini göz önüne alarak felsefi yaklaşımlar geliştirmiş, ve bu yaklaşımlar günümüzün medeniyetinin temellerini atmıştır.
bu kavram bununla ilişkili felsefi argümantasyonlara hakim olarak tam anlamıyla anlaşılabilir. insan doğduğunda İçi boş bir levhadır söylemi, arka planındaki fikirsel sürece hakim olmadan, hayır değildir diyip geçiştirilebilir. Derin olmasa da en azından kıyısından biraz epistemolojiyi de bilmeyi gerektirir. Kısaca açıklamak gerekirse, bilgi dediğimiz şey, Kant'ın da bize yıllar önce gösterdiği gibi, akıl aracılığıyla eğilip bükülen, fenomen alemde neyin ne olduğunu tam olarak bilemesek de, bu eğilip bükülmüş haliyle muhattap olduğumuz bir konumdadır. Kant Kısaca bizler pembe gözlüklerimizle dünya'ya bakarız, gerçek dünya hakkında pek bir fikrimiz yoktur der. Aynı şekilde biz insanlar, "normal görüşümüz" olarak bildiğimiz şekilde doğmasaydık ve sallıyorum x-ray olarak görmeyi normal sansaydık, tüm hayata, bilime dair düşüncelerimiz farklı olurdu, bilgi dediğimiz pek çok şeyin şekli değişirdi.
Şimdi tabula rasa bizim boş bir levha olarak geldiğimizi, yani eğer x-ray olarak görüyor olsak bile, yine bilgi denilen şeyi kendi şeklimizce anlamlandırabileceğimizin temelidir. Yani İnsan doğuştan bilgi denilen şeye ulaşımın temelini, kendi içinde barındırıyorsa farklı bir alemde gözünü açtığında, ora hakkında en ufak bir bilgi edinemezdi. Bu nedenle insan ortamlara uyum sağlayabilen, farklı şeylere, farklı türden yaklaşabilen ve yine de bilgiyi açığa çıkartabilen bir durumda olacaktır.
Daha arkasında farklı argümanlarla bezeli olsa da, örnek vermek açısından bu yeterli. Demeye çalıştığım şey, felsefi söylemler, birer cümlelik açıklamalarıyla okunup, anlaşılmaz. Elemanın biri bir şey demiş bilim şu an yanlışlıyor yhaaa kafasında bir bakış açısıyla hiçbir zaman bu felsefe alemine adım atılamaz.
Düşük zeka ve zor şartlar arttıkça insanların çoğalma eğilimi de artıyor. Hal böyle olunca, şu an bile nüfusun kaldırmadığı ortadayken, gelecekte çok daha büyük bir problem olarak önümüze gelecek ve çinde biraz daha esnek olarak uygulanan çocuk yapma ehliyeti, daha sert bir şekilde herkese dayatılacak gibi duruyor. Çinde toplumun büyük çoğunluğuna yayılmış bir nefret var, çok olmalarından nefret ediyorlar, küçük çocukları görmeye tahammül edemiyorlar çünkü her bir çocuk, onlar için bölüşmeleri gereken ekmek, iş, kaynak demek. İnternette pek çok çinli videosu var yolda yürürken bir anda bir çocuğu gözüne kestirip sopayla kafasını ezenler, yanlışlıkla düşen çocuğa çarpan araba sonrasında yerde can çekişir halde durması ve 2 saat boyunca kimse yanına gidip onu kurtarmaya çabalamaması gibi.
Çin, çin diyorum ama bu aslında insan meselesidir, sadece biz öyle bir ortama maruz kalmadığımız için bizde yok. Bizim de maruz kaldığımız ve topluma yayılan farklı nefret tohumları var, bunlardan biri yaşlı nefreti, örneğin ki haksız da sayılmaz.