confessions

sura

1. nesil Yazar - 10. Seviye Gölge ustası - Yazar

  1. toplam entry 434
  2. takipçi 4
  3. puan 20432

darülaceze

sura
Kimsesiz, evsiz barksız, hasta ve sakat yaşlı, genç ve çocukların bakılması, çalışabilecek durumda olanların çalışarak geçinebilmelerini sağlayabilmeleri gayesiyle kurulmuş bakımevi.

(Kuruluşu: 1895). Düşkün, sakat, ihtiyar, bir iş tutup kendini geçindirmekten âciz, aynı zamanda bakacak kimsesi de bulunmayan bir kısım şehir halkı ile şehre dışardan gelen garipleri barındırmak, yedirip içirmek, uzun yıllardan beri istanbul'u meşgul eden işlerden biri olmuştur. Zaman zaman ve türlü türlü yardım müesseseleri, hayırsever kimseler bu düşkünlere bakım vazifesinin yerine getirilmesini kısmen ve dağınık bir şekilde sağlamıştır.

Fakat bu vaziyet böylece devam ederken ve ihtiyaçlar seneden seneye artar dururken 1292 (1876) te çıkan Osmanlı-Rus harbi yeni bir ihtiyacı daha ortaya koymuştur. O da Rumeli'den istanbul'a gelen muhacirler arasında binlerce dul kadınla anasız babasız yetimleri barındırma ve besleme keyfiyetidir. Bunlar arasında sağlam olanlarını istanbul halkı kısmen evlatlık olarak evlerine almışlarsa da alil sakat ve iş göremeyecek derecede yaşlı olanlar ortada kalmıştı. Hükümet bu vaziyet karşısında Gülhane'deki Kırmızıkışlayı bu türlülere hastahâne ve barınma yeri olarak tahsis etmiş ve "Dulhâne" denilen bu müessesenin idâresini Muhacirin Komisyonuna vermişdi. Dulhâne 1310 (1894) senesinde Belediyeye devrolunmuş Belediyece hasta ve yatalak kadınlar Haseki Kadın Hastahânesi'ne, yetim çocuklar da kısmen Darüşşafaka'ya, kısmen yatılı askeri mekteplere yerleştirilmiş ve 1311 (1895) de Darülâceze açılınca kadınlarla hasta ve sakat çocuklar Hasekiden Darülâcezeye nakledilmişlerdir.

Darülâcezenin kurulmasında ilk teşebbüsün ikinci Abdülhamid tarafından alındığını o zamanki gazetelerin neşriyatından öğreniyoruz Meselâ 5 mart 1306 (1890) tarihli günlük gazetelerde Payitahtta birçok fakir ve kimsesiz çocukların sefalet içinde yüzdükleri, işitilmesi ve görülmesi üzerine bunların sayıları tahkik ve tespit olunarak, işe, güce kudreti olanların bir Darülâceze yapılarak orada terbiye ve iâşeleri çarelerinin araştırılması irâde edilmiş ve 30 mart 1306 (1890) tarihli gazetelerde de şu izahat görülmüştür: "Sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla alil ve sakat erkek ve kadınların dilencilikten kurtarılarak vücutlarının tahammülü derecesinde el işleriyle geçinmelerinin temini ve bunlardan işe, güce yaramayanların iaşesi ve çocukların talim ve terbiyesi için bir bina yapılması" hususunu Devlet Şürasınca düşünülmesine ve bir nizamname yapılmasına irâde çıkmış ve oraca da gereğinin yapılmasına başlanmıştır.

1306 (1890)'dan 1308 (1892)'e kadar geçen müddet içinde Darülâceze binasının plânını, yerini ve inşaat parasını türlü şekillerde sağlamakla uğraşılmıştır. Plânını Bâbıseraskerin inşaat Dairesi yapmış, Kâğıthane sırtında Hacı Reşid Ağa veresesine ait kırk dönüm kadar toprak Şehremaneti Meclisi âzasından Başmühendis Mehmed, Maliye Nezareti Tahsilât Müdürü Halil Râmi, Defterihakani Memuru Nuri ve Maliye Nezâreti muhamminlerinden Mahmud Beylerden kurulmuş komisyonca istimlâk olunmak ve mazbatası Dahiliye Nezaretine verilmek suretiyle yeri hazırlanmış, yüz bin lira tahmin olunan inşaat masraf yapılan eksiltmeden sonra yetmiş bin liraya inmiş olduğu ve iştirak eden birçok mimar arasında Tersanei âmire kaltası Vasilâki'ye ihâle edildiği için 1308 (1892) senesi ekim ayının altıncı günü Darülâcezenin temeli atılıp üç sene sonra 20 Aralık 1311(1895)'de tamamlanarak açılmıştır.

Darülâcezenin kurucusu olarak Dahiliye Nâzırı Halil Rıfat Paşa gösterilmektedir. Bundan dolayı da bir büstü müessesenin antresine konulmuştur. Halil Rifat Paşa ancak bir Dahiliye Nazırı sıfatiyle hükümet adına ve hesabına temel atma töreninde bulunmuş, inşaatı çabuklaştırmış ve nihayet açılış törenini yapmıştır.

Darülâcezenin yapılması için din, milliyet ve tabiiyet ayırt edilmeksizin istanbul'un bütün mali müesseseleriyle zenginleri yardım etmiş olduğu için burada islâmlar'la birlikte Rum, Ermeni ve Yahudi unsurlarının da barınmaları esası kabul edilerek bunların dini ihtiyaçlarını karşılamak için de müessese içinde cami ile beraber kilise ve havralar da yapılmıştır. Bu suretle meydana gelen ve binden fazla acezeyi sinesinde barındıran bir müesseseyi yaşatmak için esaslı gelirler bulunmak cihetine gidileceği tabiidir. Bunun için şehir sınırı içinde işleyen vapurların gidiş biletlerine, tiyatro duhuliyelerine, tapu dairelerindeki alın satım ilmühaberlerine ufak birer zam yapılmakla beraber yeniden imtiyaz ve inhisar verilen anonim şirketlerden temin edilen nakdi yardımlar Darülâcezenin belli başlı gelirlerini teşkil eder. Fakat açıldığı tarihten beri bunlara bir yenisi eklenmedikten başka, bilâkis çoğu ya kaldırılmış, ya kısmen azaltılmıştır. Meselâ alım satım harçları maliyece alınmış, vapur biletlerine yapılan on para zam bir hayli yekün tuttuğu halde maktu bir para verilmekle işin içinden çıkılmış, tiyatro ve sinemalardan alınan yüzde on iane, yüzde iki buçuğa indirilmiştir...

Bundan dolayıdır ki Darülâceze bugün sıkıntı içindedir ve Belediyece yardım görmektedir.

Darülâcezenin yapılmasına yerli ve yabancı mali müesselerle din ve milliyet O farkedilmeksizin bütün memleket yardım etmiş olmakla beraber buraya yalnız istanbul halkının acezesi ile istanbul'da yerleşmiş olan mukaciller alınır, Yabancılarla Türkiye'nin başka şehir ve kasabalarından gelen halk alınmazdı.

ilk açılışında Darülâcezenin idaresini Dahiliye Nazırı üzerine almış ve bu suretle 1308'e kadar Dahiliye Nezaretince idare olunmuş ise de o tarihten sonra Belediyeye ve Belediyece de idaresi Müessesatı Sıhhiye Müdüriyetine verilip bu müessesenin kaldırılması üzerine Darülâceze tekrar Dahiliye Nezaretine geçmiş ve Cumhuriyet inkılâbına kadar oraca idare olunmuştur. Cumhuriyet devrinde bir aralık Sıhhat ve içtimai Muâvenet Vekâleti idareyi eline almış ise de 1925'de tekrar Belediyeye verilmiştir.

"Açılışından bu yana elli yıl içinde darülâcezeye yeni bir pavyon, yahut yeni bir müessese eklenememiştir. Cumhuriyet devrinde arvi kasında ve yanlarındaki boş toprakların bir kısmı satın alınarak acezedeki kudret ve kabiliyeti olanların buralarda çalıştırılması ve bu suretle hem onların sıhhatlerine, hem de Darülâcezenin bir kısım yiyeceklerinin topraktan çıkarılmasına hizmet edilmesi arzu olunmuştur." der osman nuri engin.

Bugün Darülaceze istanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı kimsesiz, sakat ve yaşlılara hizmet veren C tipi bir hastanedir. Toplam yatak sayısı 1.000'dir. Bunun 500'ü acezeye, 100 ü çocuk yuvasına, 400'ü hastaneye ayrılmıştır. Dermatoloji, fizik tedavi, genel cerrahi, göz hastalıkları, iç hastalıkları, kulak-burun boğaz ve nöroloji olmak üzere toplam 7 servisi vardı

hakkı tarık us

sura
[Doğuşu: 1889] Tanınmış gazetecilerimizden ve mebuslarımızdandır. Gördes'de doğnuştur. Babasının adı Hasan Hulûsidir. Orta tahsilini izmir'de bitir­miş, sonra istanbul Darülfünun'u hukuk şube­sinden çıkmıştır.

Kendisinden beş yaş büyük ağabeyi Mehmet Asım'ın (Us), II. Meşrutiyetin ilanıyla istanbul'da basın dünyasında bir yer edinmesi üzerine o da onun yanma yerleşti ve hem Hukuk Mektebine devam etti, hem de gazeteciliğe başladı. Tanin, Tercüman-ı Hakikat ve Tasvir-i Efkâr'da çalıştı. Aynı sırada bazı liselerde öğretmenlik de yapıyordu. 1917'de ağabeyi ile Ahmet Eminin (Yalman) çıkardıkları Vakit gazetesinde yazmaya başladı. Bu gazete istiklal Savaşı sırasında bütün kadroları ve yazılarıyla Milli Mücadeleyi destekledi, Hakkı Tarık da M. M. (Müdafaa-i Milliye) grubu çerçevesinde çalıştı. 1923-1939 arasında Giresun milletvekili olarak TBMM'de bulundu. Basınla ilgili yasa çalışmalarında ön planda rol oynadı. Tekrar milletvekili seçilmek için çabaları hem partisi tarafından desteklenmediği, hem de seçim bölgesinden destek alamadığı için bir daha seçilemedi. Basın Birliğini ayakta tutmak için harcadığı çabalar da sonuçsuz kaldı. Buna karşılık Vakıf'ta yazmanın yanı sıra basın tarihi konusundaki çalışmalarını hızlandırdı. ilk kez elli yılını doldurmuş yazarların jübilesini düzenledi. ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın tutanaklarını topladı (Meclis-i Mebusan, 2 c, ist., 1939-1953). Nadir bulunur gazete ve dergi koleksiyonu yaptı, birçok da yazma topladı. Vasiyetiyle, bunların kendi adı verilecek bir kitaplığa konulması için servet de bıraktı. Küçüklüğüne karşılık dünya çapında bir değeri olan bu kitaplık şimdi Beyazıt'ta bulunmaktadır.

"Hakkı Tarık Us bir ömür boyunca memleketin muhtelif Kültür hizmetlerinde bulunmuş, avukatlık, muallimlik, gazetecilik, müelliflik et­miş, mebus olarak da siyasi hayata katılmıştır. Hakkı Tarık Us çalışkan, medeni cesaret sahibi bir insandı. Son senelerde ilk Meclisi Meb'usan zabıt­larını Namık Kemal'in Kanije muha­sarasını, Vatan yahut silistire'sini neşretmiş, ayrıca Ahmed Mithat Efendi üzerin­de çalışarak Mithat Efendinin hayatı hakkında bir eser yayınlamış, müelli­fin eserlerinden de (Dürdane Hanım)'la (Felatun Beyle Rakım Efendi)'yi bugünkü dile çevirerek yayınlamış­tır. Ölümü basın ve münevver mu­hitlerde derin bir teesür uyandırmış­tır."

bir gazeteden yaşamı:

"istanbul Muallim mektebinde, istanbul, Mer­can, Galatasaray Liselerinde malûmatı kanuniye Türkçe, edebiyat ve en son olarak da hukuk ve iktisat muallimliklerinde bulunmuş, Büyük Millet meclisinin ikinci devresinde Giresun me­busluğuna seçilmiştir ve hâlâ Giresun mebu­sudur."

O "VAKiT" gazetesi ki istiklâl Müca­delesi zamanında istanbul'un nabzı haline gelmiş, Anadolu'nun muvaffakiyetlerini koskoca yaprakları arasın­da esir istanbul'a iksir gibi sunmuş, millî matbuatın nüvelerinden biri olmuştu. O güzel gazete, o büyük ga­zete, o millî duygulara tercüman olan gazete yerine "Kurun" gibi küçük, ruhunu kaybetmiş bir gazete meydana gelmişse, bu da onun harf inkılâbı zamanında ge­tirttiği küçük eb'adlı rotatif makinesinin bir azizliğin­den ileri gelmiştir. Hakkı Tarık, hukukî meselelerde kılı kırk yaran bir kimseydi. 1931 tarihli 1881 numaralı matbuat kanununun sert hükümlerini tahfif için çalışan yegâne (Vazı ka­nun) olmuştu. O, Vakit gazetesini bir "Gazeteci okulu" halinde getirmişti. Bugünkü bir çok kalem sahipleri onun "rahle-i tedrisinden" yetişmiş olmakla öğünürler. Sarf ve Nahivci idi, edebiyatçı idi", büyük bir matbua ve mevkuta musannifi idi. Hemen hemen Türkiye'de matbaa kurulduğundan beri çıkmış olan bütün basılı eser­lere ya malik olmuş, ya onları muhakkak görmüş bulu­nuyordu. Her imzanın ilk eserini bulur, o imzayı kemali­ne kadar takip ederdi. (Tam otuz beş yıl önce. Selânik'te "Nefir" dergisinde çıkan şiirlerimin mevcudiyetini nâ­çiz şahsıma hatırlatan Hakkı Tarık Us olmuştu.)

ölümünden sonra bir gazete yazısı:

"Hakkı Tarık Us'un cenazesi dün törenle kaldırılmıştır. Cenaze öğleye doğru Guraba hastahanesi'nden Be­yazıt camii'ne getirilmiştir. Burada rahmetlinin meslek arkadaşları, dostları, akrabaları toplanmış bulunu­yordu. Altmıştan fazla çelenk gön­derilmişti.

Öğle namazını müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra tabut eller üzerinde camiin avlusundan çıkarıl­mış, bir polis müfrezesi selâm dur­muş, müteakiben Şehir Bandosu ön­de olmak üzere cenaze alayı teşek­kül etmiştir. Tabut, eller üzerinde Diş Tababe­ti Mektebi önünden geçirilerek hur­dacılar sokağı yoluna sapılmış, Çarşıkapı pazarı yanımdan caddeye çı­karılmış, tramvay yolu ile Cağaloğlu'na getirilmiştir.

Vakit önünde tabut indirilmiş, burada dua edilmiş, müteakiben Ebussuud caddesine sapılarak Basın istihlâk Kooperatifi önünde tabut, cenaze arabasına konulmuştur. Cenaze arabası, arkasında yüzden fazla otomobil olduğu halde Alem­dar yokuşu yoluyla Topkapı'da Merkezefendi mezarlığına gitmiştir. Hakkı Tarık Us, annesinin yanıma gömüldükten sonra, mezarı başında ağabeyi gelenlere teşekkür etmiş, kardeşinin başlayıp da tamamlayamadığı bazı eserleri hakkında meslektaşlarından kendisine yardım et­melerini rica etmiştir. Rahmetlinin meslek arkadaşlarından bazıları da rahmetlinin mezayasından bahseden konuşmalar yapmışlardır.

darülfünun grevi

sura
Mütareke döneminde istanbul yükseköğretim gençliğinin ulusal duygularla 10 Nisan-29 Temmuz 1922 arasında gerçekleştirdikleri 110 günlük grev. Tatil-i tedrisat da denmiştir.

1918-1922 işgal yılları, istanbul'daki yabancıların ve işgal kuvvetlerinin Türklüğü aşağılayıcı davranışları, Darülfünun' da ve yüksekokullarda okuyan öğrencilerde tepkiler uyandırmaktaydı. 1920'de Anadolu'da Kuva-yi Milliye hareketinin başlaması ise Darülfünun hocaları ile öğrencilerini ikiye ayırdı. Büyük çoğunluk ulusal hareketi desteklerken Maarif Nazırı ve Darülfünun öğretim üyesi Ali Kemal'in önderlik ettiği küçük bir grup bunun aleyhindeydi. Gerginlik giderek arttı. Ali Kemal'in Peyam-ı Sahaftaki yazılarının ardından 29 Mart 1922'de Rıza Tevfik'in (Bölükbaşı) Darülfünun'daki bir konferansı bu gerginliği doruğa çıkarttı. Edebiyat Medresesi (fakülte) öğrencileri 30 Mart günü bir toplantı yapıp Dekan ismail Hakkı Bey'e (Baltacıoğlu) bir bildiri verdiler. Gençliğin, özgürlük ve bağımsızlık hareketinin yanında olduğunu, ulusal duygulardan yoksun kişilerin Darülfünun'dan istifalarının gerektiğini vurguladılar. Bildiriyi kentin her yanında ağaçlara, tramvay direklerine de astılar.

30 Mart 1922'de Akil Muhtar Bey, Einstein'ın izafiyet Teorisi, Rıza Tevfik ise Fuzuli hakkında konferans verirler. Konferans sırasında Rıza Tevfik'in Fuzuli'nin Türk değil Acem olduğunu iddia etmesi, Süleyman Nazif ve öğrencilerin protestolarına neden olmuştur. Bunun üzerine Rıza Tevfik'in Türk'ün bileğinde salladığı kılıcından başka bir şeyi olmadığını, Hilâfet merkezi olan istanbul'un elimizde bulunabilmesini de, “Düvel-i Muazzama”nın islâm dünyasına duyduğu saygıya borçlu olduğumuzu öne sürmesi, bardağı taşıran son damla olmuştur. Çıkan karışıklık sonucu Rıza Tevfik salonu terk etmek zorunda kalmıştır. Olaylar sarıklılar ile tıbbiyelilerin birbirine girmesiyle daha da büyümüştür.

Edebiyat Fakültesi öğrencileri, gizli yaptıkları toplantıda bazı hocaların derslerini boykot kararı almışlar ve kutsal ve milli hislerine yabancı ve saldıran hocaları Cenap Şahabettin, Muallim Marujan Barsamyan, Ali Kemal, Rıza Tevfik ve Hüseyin Daniş'in üniversite ile ilişiklerinin kesilmesi taleplerini Rektör ismail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey'e iletmişlerdir. Rıza Tevfik 1 Nisan'da hiçbir şey söylemeden fakülteyi terk etmiştir. Öğrenciler boykot kararını daha sonra gece gizlice tramvay direklerine asmışlardır (ikdam Gazetesi, 31 Mart 1922). Rıza Tevfik daha sonra azınlıkların gazetesi Reveil'de kendini savunmuştur. Fuzuli'nin iranlı bir ruha sahip olduğunu ve Leyla ile Mecnun'u Şeyh Nizami'den kopya ettiğini söylediğini, sonra kötü sözler işittiğini belirtmiştir.

1 Nisan 1922'de Üniversite öğrencileri Edebiyat Fakültesi önünde toplanarak boykot kararını açıklamışlar, Rıza Tevfik'e vermişlerdir. Rıza Tevfik derslere girmemiştir. Rektör ismail Hakkı Bey, verilen protesto yazıları için, iddialarla ilgili delil bulamadıklarından bir şey yapılamayacağını, öğrencilerin iddialarını ispatladıkları takdirde, protesto yazılarını Müderrisler Meclisi'ne (Profesörler Kurulu) havale edeceğini, ayrıca Cenap Şahabettin'in Türklerin bilime yatkın olmadığı konusundaki fikirlerine katılmadığını söylemiştir. Edebiyat Fakültesi Öğrenci Derneği, bir açıklama yaparak boykot kararının oybirliği ile alındığını, dışarıdan hiçbir tahrik olmadığını ve hareketlerinin milli duygulardan doğduğunu bildirmiştir. Peyami Sabah Gazetesi'nde ise “Filozof Türklük aleyhinde bulunmamıştır”denilmiştir (Vakit Gazetesi, 2 Nisan 1922)

Önderliklerini Reşad Şemseddin (Sirer), Halil Vedat (Fıratlı), Necmeddin Halil (Onan) adlı gençlerin yaptığı öğrenciler, "Beşler" adını verdikleri Ali Kemal, Hüseyin Dâniş, Cenab Şahabeddin, Rıza Tevfik ve Barsamıyan'ı istememekteydiler. Bunlar için bir ithamname hazırlayarak 3-4 Nisan günlerinde basma dağıttılar. işgal Kuvvetleri bu ithamnamenin bir bölümüne sansür uyguladı. Ali Kemal ve arkadaşları ise Peyam-ı Sabah'taki yazılarıyla kendilerini savundular. Darülfünun kurulları, adı geçenler hakkında yetkisizlik gerekçesiyle bir karar almaya yanaşmadı.

10 Nisan günü Darülfünun'dan ve diğer okullardan gelen öğrenci temsilcileri Haydarpaşa'daki Tıbbiye Mektebi'nde toplanarak tatil-i tedrisat (grev) kararı aldılar. Bunu yeni bir bildiriyle Darülfünun yöneticilerine duyurdular. Ali Kemal ise gazetedeki yazısında gençliğe "baldırı çıplaklar" diyerek suçlamalar yöneltti. Greve Tıp, Fen, Hukuk medreseleri, Baytar, Orman Mekteb-i Âlileri, Eczacı ve Dişçi mektepleri, Mekteb-i Mülkiye, Ticaret-i Bahriye, Çarkçı ve Kaptan mektepleri ile tüm öğrenci örgütleri katıldılar. Ertesi gün (11 Nisan) Vezneciler'de Zeynep Hanım Konağı'nda toplanan gençler örgütlenme çalışmalarını başlattılar. 12 Nisan günü Darülfünun ve Mekatib-i Âliye Cemiyet-i Merkeziyesi adını verdikleri grev yönetimini oluşturdular. Grev sürecince bu cemiyet bildiriler yayımladı.
Temsilciler:
Emin (rektör) Besim Ömer
Paşa (Akalın), Maarif Nâzırı Said Bey
ve Edebiyat Fakültesi Dekanı Emin Bey (Erişgil) ile görüştüler.

Hemen her gün de Sultanahmet'teki "akademi" adını verdikleri bahçeli kahvelerde toplanarak forumlar yaptılar. Haydarpaşa'daki Tıbbiye binasının "hangar palas" denen çatı katında da pansiyonları kapanan öğrenciler barındırıldı.

4 Nisan 1922'de Edebiyat Fakültesi öğrencileri, derslerine girmeme kararı aldıkları beş müderris hakkında bir suçlama yazısı hazırlayıp, fakülte ve üniversite yönetimine vermişlerdir. Yazı önce kalabalık bir öğrenci topluluğu önünde okunup kabul edilmiş, ingiliz korkusu nedeniyle hiçbir matbaada basılamamış, daha sonra bir Ermeni matbaada basılarak dağıtılmıştır. Öğrenciler bu suçlama yazısını tüm gazeteleri tarayarak, örnekler vererek hazırlamışlardır. Suçlama yazısında Ali Kemal için “Ondan gelecek ilim bize ırak olsun. Ali Kemal isminde bir hoca değil, hatta bir vatandaş bile tanımayacağız.” demişlerdir (Vakit Gazetesi, 5 Nisan 1922). Türkleri küçümseyen Hüseyin Daniş için:
“ …Milletimizin vicdanına saldırdığı bu neşter-i hakaretin acısını duyan her Türk, Hüseyin Daniş
Bey'i tanımamayı, ona selam vermemeyi nasıl yapacağı mütekabil vazifelerin en hakiki ve birincisi
olarak telakkiye mecbursa, öylece talebe de eski hocalarıyla tanışmamayı ve artık ondan bir şey dinlememeyi üzerine terettüp eden vicdani, ahlaki farizaların birincisi olarak telakki ediyor.”
ifadelerini kullanmışlardır. Barış heyetine katılıp Sevr anlaşmasını imzalayanlar arasında bulunan Rıza Tevfik için “…Sezar katilleri arasında Brütüs'ü görmüştü. Millet de kendisini tehzil eden, kendisini istihfaf eden, evladı arasında Rıza Tevfik Bey'i gördü…Sevres Berat-ı idamını imzaladığı kalemi, Türk Milleti bu idam gömleğini yırtmak için çabalar ve kan dökerken duyduğumuz payansız alam ve acılar karşısında Robert Kolej'e hediye eden, Rıza Tevfik Bey'di….” demişlerdir. Cenap Şahabettin'in de hocalık yapmaya başladığı andan itibaren çeşitli vesilelerle kendilerini rencide etmekten zevk alıp zehrini akıtmaktan çekinmediğini, cepheye giden gençlere tahammül edemediğini dile getirmişlerdir

1912'de hazırlanan Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'yle (Darülfünun Şuabatının inzibatına Dair Nizamname) öğrencilerin Darülfünun içinde konuşmaları, tartışmaları, toplantı düzenlemeleri, duvarlara ilan asmaları yasaklanmıştır. Tüzüğe göre okulda düzenin bozulması durumunda Maarif Nazırı'na geçici tatil yetkisi verilmiştir. Maarif Nezareti de bu yetkisini kullanarak 11 Nisan'da geçici süreliğine üniversiteyi kapattığını açıklamıştır. Yakup Kadri ikdam Gazetesi'nde meselenin yalnız Darülfünun meselesi değil, bir millet ve memleket meselesi olduğunu açıklamıştır. 12 Nisan'da, Darülfünun Divanı 5 müderris hakkındaki kararı Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi'ne bıraktığı için Meclis, 5 müderris hakkında suçlamaya değer bir konu olmadığını dolayısıyla yapılacak bir şey olmadığını açıklamıştır. Ancak öğrenciler, adı geçen müderrislerin hepsinin üniversiteden atılmadıkça derslere girmeyeceklerini belirtmişlerdir. Boykot Darülfünun öğrencilerini bir araya getirmiş, örgütlenmesine sebep olmuştur. Birleşik Öğrenci Kurulu, Darülfünun ve Mekatib-i Aliye Cemiyet-i Merkeziyesi'ni kurmuştur. Tıp Fakültesi öğrencisi Hamit Necdet'in başkanlığında toplanan cemiyetin kurucu yönetim kurulunda iki Fen Fakültesi, birer de Hukuk, Edebiyat Fakülteleri ile Ticaret, Dişçilik-Eczacılık Yüksekokullarından temsilci bulunuyordu. Lozan Türk Talebe Cemiyeti de Edebiyat Fakültesi öğrencilerine bir kutlama telgrafı çekmişti .

Maarif Nezareti bir karşı hareket olarak 12 Nisan 1922'de geçici olarak Darülfünun'da derslerin tatil edildiğini duyurdu.

16 Nisan'da TBMM milletvekilleri üniversite grevini destekleyen açıklama yapmışlardır. Kozan Milletvekili Dr. Fikret Bey, izmir Milletvekili Mahmut Esat Bey, Menteşe Milletvekili Dr. Tevfik Rüştü Bey, ve istanbul Milletvekili Numan Usta, “istanbul Darülfünun talebesi arkadaşlarımız” diye başlayan mektuplarında direnişi desteklediklerini, bundan övünç duyduklarını belirtmişler ve direnişe neden olan müderrisler için “tedris için tahsis edilen rahlelerini suistimal etmiş olanlar” ifadesini kullanmışlardır.

Üniversite grevini devam ettiren öğrenciler, derslerin başlamaması için amfileri boşaltmaya çalışmış, çıkan olaylarda birkaç öğrenci yararlanmıştır. Öğrenciler, yaralanan öğrencileri alarak Maarif Nazırı Said Bey'e götürmüşler ve “Bunlar sizin grevi anlamamadaki inadınızın kurbanlarıdır.” demişlerdir. ingilizlerin bu hareketleri izlediklerini söyleyen Nazıra, “Sizin ingilizleriniz varsa bizim de imanımız var!” demişler, Nazır Said Bey hüngür hüngür ağlamıştır. Darülfünun Divanı bayram sonuna kadar olmak kaydıyla üniversitenin kapatılmasına karar vermiştir.

19 Nisan günü gazetelerde, Ankara'daki bazı milletvekillerinin grevi desteklediklerine ilişkin telgrafları yayımlandı. 20 Mayıs'a gelindiğinde, öğrencilerin pek çoğunda öğretim yılını ya da okuma hakkını yitirme kaygısı başlamıştı. Maarif Nezareti de aynı kaygı ile o günden itibaren tüm okullarda öğretimin yeniden başladığını duyurdu. Derslere girmemekte direnenler ve başkalarına engel olanlar hakkında disiplin işlemi yapılacağı da ilan edildi. Gençler, Kadırga'da Cinci Meydanında toplandılar. Grev yanlısı ve karşıtı gruplar arasında taşlı, sopalı kavga çıktı. Olaya askeri birlikler müdahale etti. Buradan yürüyüşe geçen gençler, kollar halinde Beyazıt'a geldiler. Tartışma ve kavgalar burada da yinelendi. Sirkeci'ye doğru yürüyenler, Ali Kemal'i yumurta yağmuruna tuttular. Diğer yandan, Darülfünun Divanı ve medrese yönetimleri, aralarındaki yetki konusunu ancak temmuz ayında bir karara bağlayabildiler. Darülfünun Divanı, istenmeyen beş hocayı "süresiz izinli" sayarak
okuldan uzaklaştırdı.

29 Temmuz'da Darülfünun Divanı tarafından süresiz izinli sayılan 5 öğretim üyesinin yerine Edebiyat Fakültesi'nce önerilen öğretim üyelerinin atanması Padişah tarafından onaylanmış, böylece öğrencilerin yürüttüğü boykot başarıya ulaşmıştır. Avrupa ve Osmanlı Devleti Münasebetleri dersine Ali Kemal yerine Ali Reşat Bey, Türk Edebiyatı dersine Cenap Şahabettin yerine Yahya Kemal, Mabad-et Tabiiyye (Fizikötesi) ve Bediat dersine Rıza Tevfik yerine ders ikiye ayrılarak Ahmet Naim ve ismail Hakkı Beyler, iran Tarihi ve Edebiyatı dersi için Hüseyin daniş yerine Veled Çelebi, Marujan Barsamyan'dan boşalan ingiliz Edebiyatı dersi için, Batı Edebiyatı dersi ile birleştirilip Cemil Bey atanmıştır.

25 kasım 1924 tarihli Cumhuriyet'ten:

"Yeni Maarif Vekili talebe grevi meselesini halletti
Dün işe başlayan yeni kabinede Maarif Vekâletini uhdesine alan Saraçoğlu Şükrü Bey makamına gelir gelmez Darülmuallim'in talebesinin grevi meselesini ele almış ve şu beyanatta bu­lunmuştur:

"Talebeye derslere devam etmeleri lüzumunu emrettim. Ve dördüncü sınıfın kaydını sildirdim. Gönderdiğimiz zabıta kar­şısında hepsi itaat ettiler. Fakat bunu kâfi görmeyeceğim, dördüncü sınıfı kamilen tard edeceğim.."

ibrahim ethem ulagay

sura
(1880, istanbul -17 Eylül 1943, istanbul) Hekim ve kimyager.

Kafkasya'nın ünlü Ulagay ailesinden ve istanbul gümrük müdürlüğü amirlerinden Rüstem Beyin oğludur.

1903'te Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne'den yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Mekteb-i Tıbbiye Kimyahanesi'nde Dr. Ali Rıza Bey'in (ö. 1904) laboratuvarına devam ederek kimya uzmanlığı belgesi aldı ve Dr. G. Deycke Paşa'nın kliniğinde kimya asistanı olarak çalıştı. 1907'de Dr. Süleyman Numan Paşa'nın (1868-1925) teşviki ile "Kimyager Dr. ibrahim Ethem Tahlilhanesi" (Gedikpaşa, Divan-ı Âli Sokağı no. 12) adım verdiği bir analiz laboratuvarı açtı ve tıbbi (idrar, kan, balgam), gıdai (yağlar, süt, un) ve kimyasal (maden, afyon) analizler yapmaya başladı.

Birçok hastanede de kimya uzmanı olarak görev yaptıktan sonra, tıbbiye mekteplerinin birleştirilerek Tıp Fakültesi'ne dönüştürülmesi sırasında (1909) Dr. Akil Muhtar Özdenin (1877-1949) muavini olarak "fenni tesir-i edviye" (farmakoloji) kürsüsü laboratuvar şefliğine atandı.

Ulagay çalıştığı hastanelerde biyokimya laboratuvarları kurmuş ve bu alanda araştırmalar ve yayınlar yapmıştır. Bunlara örnek olarak Kan Proteinlerinin Dozajı Hakkında (Dr. G. Deycke Paşa ile) ve Ürobilin'in Menşei Hakkında (Dr. Tevfik Sağlam ile) isimli yayınları gösterilebilir.

Ulagay 1913'te Tıp Fakültesi'ndeki görevinden ve askerlikten istifa ederek Darphane kimyagerliğine geçti. Darphanedeki çalışmaları sırasında hurda gümüşten yararlanarak yaptığı karışımdan basılan altınlar çok güzel olmuştur. Bugün "Reşat altını" olarak büyük bir üne kavuşmuş olan Osmanlı altınları, Ulagay tarafından gümüşle ayarlanan bir karışımdan basılmıştır.

Ulagay I. Dünya Savaşı'ndan sonra Darphanedeki görevinden ayrılarak laboratuvarında galenik preparatlar hazırlayarak Mehmed Kâzım Ecza Deposu aracılığıyla satışa sunmuştur. 1924'te laboratuvarını Divanyolu üzerinde bir binanın (şark mahfili bahçesinde) alt katma taşımış ve adını "Kimyager Dr. ibrahim Ethem Kimya Evi" olarak değiştirmiştir. 1934'te laboratuvar Çemberlitaş semtindeki bir binaya (Peykhane Sokağı no. 6, Osmanbey Matbaası binası; bugün yerinde Darüşşafaka sitesi bulunmaktadır) taşınmış, yeni makineler alınmış, tablet ve ampul şeklinde ilaçlar ile veteriner ilaçlan yapımına başlanmış ve II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin ilaç gereksinmesinin karşılanmasına büyük oranda katkıda bulunulmuştur.

1943'te vefat etmiştir.

münir süleyman çapanoğlu

sura
Münir Süleyman Çapanoğlu 1894 yılında istanbul'da doğmuştur. Eski Şurayı devlet âzasından Süleyman beyin oğludur.
Yaşamı Sirkeci - Cağaloğlu - Sultanahmet üçgeni içinde geçmiştir. 1.7.1973 tarihinde şeker hastalığından vefat eden Çapanoğlu, evli, 2 çocuk sahibi ve Basın Şeref Kartı ha­miliydi.

Türk Gazetecilerinin pîri Agâh Efendi'nin torunlarından olan Münir Süleyman Çapanoğlu, 1310 (1894) yılında istanbul'da Beyazıt, Yahnikapan mahallesinde doğdu. Babası Şûray-ı Devlet (Danıştay) üyelerinden Süleyman Çapanoğlu, annesi Zeki­ye Hanımdır. Babasının babası da Ali Bey Devlet Şûrası Tanzimat Dai­resi Reisi, Ali Bey'in Amcazadesi de Sadrazam Ahmet Hulusi Paşadır. ilk defa "Elif"i Beyazıt Camii imamı Ziyaettin Efendi'den öğrendi. ikinci hocası Beyazıt Camii Müezzini Mustafa Efendidir.

ilkokulu Gedikpaşa Mahalle Mektebinde Ortayı Menbâıl irfan'da, Liseyi Hadikay-î Meşveret ve Saint-Joseph Mektebinde okumuştur. "Darülfü­nun" (Üniversite) Edebiyat şubesine devam ederken Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine silâh altına alındı. Yarım asrı aşkın gazetecilik ve yazarlık hayatında, polis adliye muhabirliği, müsahhihlik, gece sekreterliği ve yazı işleri müdürlüğü yapmış­tır. Edebî ve tarihî konularda özel dersler almıştır.

Birçok roman ve hikâyelerin bir kısım kitap, bir kısmı da gazetelerde tefrika olarak yayınlanmıştır. Nükteleri ve mizah yazılarıyla geniş bir üne sahip olan Mü­nir Süleyman Çapanoğlu, hemen hemen memleketimiz­de çıkan bütün gazete ve mecmualarda yazılar yayınla­mıştır.

"1894 istanbul doğumlu ba­bam, gazeteciliğe dedemin ya­kın dostu, evlerinin "Has misafiri" Ahmet Rasim Bey'in tesiriyle heveslendiğini anlatır oğlu.

"Ne olacaksın?" Diye sordukları zaman "Rasim Amcam gibi olaca­ğım." cevabını verirmiş. O'nunla kırlarda dolaşır, tahta saplı çakı ile lâbada toplar, balığa çıkar, bilhassa lüfer avından hoşlanır ve güneşli günlerde de şapka giyerlermiş. Ça­panoğlu, "Zannedersem ilk şapkayı giyen biziz." Diyordu.

Gazetecili­ğe stajyer muhabir olarak Mihran Efendi'nin Sabah gazetesinde 1913 yılında başladı. Daha sonra ikdam, Peyam, Alemdar, Tercüman-ı Hakikat, idrak, ileri, Payitaht, Zaman, Mizan, Yeni Gazete, Hergün, Haber, Yeni Sabah, istiklâl, Son Havadis, Zaman (Etem izzet Bey'in), Son Telgraf, Son Dakika, Hür Adam, Türk Sesi, Memleket, Yeni istanbul, Yarın, Havadis, Akın, Politika, Şehir vb. ga­zetelerinde stajyer, polis ve adliye muhabiri, müsahhih, yazı işleri yardımcısı, gece sek­reteri, yazı işleri müdürü, fıkra muharriri, tefrika yazarı, sohbet muharriri, hafta soh­betleri yazarı, mesul müdür olarak çalıştı.

1960 yılına kadar yayınlanan dergilerin çoğunda (Mütareke yıllarından başlayarak) her türde yazı ve tefrikaları yayınlandı. Hür Türkiye mecmuasını yayınladı.

Eski ve yeni yazıyla yayınlanmış 45 civa­rında kitabı vardır. Basın tarihimizle ilgili olarak çalışmalarını Basın Tarihimizde ilâve, Basın Tarihimize Dair Bilgiler ve Hatıralar, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri, Basın Tarihimizde Parazitler, Efendi Babamız Ah­met Mithat isimli kitaplarında bir araya ge­tirmiştir.

Bütün Bâbıâli mensupları tarafından sayılan ve se­vilen Çapanoğlu Basın tarihinin kütüğünü de tutarak Türk basın Tarihine çok değerli hizmetlerde bulunmuş­tur.

hâfi kadri alpman'ın yazısından:
"şeker hastaları mutfaklarının hırsızıdır. Perhize çok önem vermek lâzım." Tavsiyesine uyamamış ve bu nedenle de 1963 yılında göz­lerini kaybetmişti ÇAPANOĞLU.

O, yerinde duramayan, hareketli ama, çok hareketli adam tam on yıl hareketsiz, çileli bir hayat yaşadı..."

1 Temmuz 1973 Pazar günü saat 14'de vefat etti. 2 Temmuz günü Şişli Camii'nde kılınan ikindi namazından sonra "Feriköy Mezarlığında 52 Ada/42.258 numaralı" mezarına gö­müldü.

ulu makalelerimden.

mazhar osman

sura
doktor Mazhar Osman, memleketimizin ve bütün ilim âleminin en müm­taz simalarındandır.

Prof. Dr. Mazhar Osman, jübile münasebeti ile hayatını anlatmıştır.:

"Trakya'dâ Sofulu kasabasında 1883 se­nesinde dünyaya geldim. Babam gene aynı mıntıkada Ferecik'lidir. Hurşit ağanın torunuyum. Yani paşazade değilim ben!.. ilk tahsilimi Kırklareli'nde, idadiyi de Üsküdar'da yaptım. Sınıf arkadaşlarım, avukat Kenan Ömer, profesör Cevdet Ferid, eski icra reisi Ahmet Refik... Hemen aklıma gelenler bunlar...

Tıbbiye-i Askeriyede okudum. Doktor çıktıktan sonra Gülhane'de asistanlık et­tim; hoca oldum. 1914 senesinde Gülha­ne'de askerî hekimlere, "emrazı akliye ve asabiye" dersine lüzum olmadığı sıhhiye-i askeriye'ce karar altına alındı. Dersimden menedildim ve Haydarpaşa askerî hastane­sine mütehassıs tayin olundum. Bu tarihe de askerlikten istifam rastlar. Şimdi ka­palı olan Haseki Mecanin müşahedehanesine aynı sene sertabip tayin edildim. işte o zamandan beri Mecanin müşahedehanesi'nde, Şişli hastanesi'nde, Toptaş'ında, Zeynep Kâmil hastanesinde, Bakırköyü'nde emrazı akliye ve asabiye ile meşgul ve Bakırköyü'nde müdür ve sertabib olarak bu­lunuyorum.

mecanin : deli
müşadehename : dinlenme hanesi/hastane.
sertabip : başhekim

Bu sene yirmi beşinci yıl doldu. Hem bu münasebetle ve hem de Türkiye'de en eski sertabib bulunmam hasebi ile müessisi bulunduğum "Türk Nöro - Psikiyatri cemi­yeti" azasını teşkil eden muhterem müte­hassıs arkadaşlarım hakkımda böyle cemile göstermeyi tensip buyurmuşlar ve beni haberdar etmişlerdir.

Beni sevenlerin, takdir edenlerin bu lutufkâr alâkaları beni pek mütehassis etmiştir. Kendimin liyakatinden bahsede­cek değilim! Çünkü aczimi ve hayatta neye muvaffak olabildiğimi herkesten iyi bilirim. Bu bir sevgi ve saygı alâmetidir. Etrafımı kuşatan bu sevgi halesi içinde cidden mesudum. Memleketimizde bu ka­bil şeyler yeni yapılıyor, henüz bunlara alışıyoruz. Arkadaşlarımın ve şakirtlerimin bu nezaketleri her halde hoş görünecek bir teşebbüstür. Bu teşebbüs bugün benim gibi bir liyakatsize teveccüh etmiş­tir. Yarının şüphesiz yetiştireceği erab-ı liyakatin daha büyük takdir ve hayran­lıkla karşılaşacağına bir mebde olduğu için de bu cihetten ayrı bir güzel hatıra teşkil edecektir.

sevgi halesi : sevgi hali
mebde : başlangıç
şakirt : öğrenci.

Küçükken doktor olmağı düşünmedim. Hele sinir hekimliğim büsbütün zorakidir. Ben küçük yaştan beri Mülkiye-i Şahaneye girmek ve memleketin idarî ve siyasî teşki­lâtında hizmet görmek arzu ediyordum. Üsküdar idadisinden çıktığım vakit yaşım çok küçüktü. Mülkiye müsabakasına sırf yaşım yüzünden kabul edilmedim. Mahzun, boynum bükük maarif koridorlarında günlerce uğraştım. Fakat bir türlü muvaf­fak olamadım. Bu sıralarda beni doktor­luğa teşvik ettiler. Hiç istemiyordum. Zer­re kadar bir arzu yoktu bende doktor ol­mak için... Hattâ mühendisliği bile göze almıştım. O zaman memleketimizde mü­hendislik bir belediye memurluğundan iba­retti. ilimde terakki etmek ümidi de pek azdı. Nihayet teşviklerin neticesi Tıbbiye-i Askeriyeye girdim. Zengin çocuğu olmadı­ğım için Mülk-î Tıbbiyede okuyamazdım. Tıbbiye-i Askeriyeden çıkınca istikbal de müemmen değildi. Buraya girerken kadın hekimi olmayı düşünüyordum. O zamanki seriryatın müşküllüğü yüzünden ona da kabul edilmedim. Dahili hastalıkların kad­rosu da dolu idi. Asabi bahis tecessüsümü uyandırdı. Hocam Raşit Tahsin'in teşviki­ni cana minnet bilerek bu şubeye ayrıl­dım.

seriryat : eğitim.

Mesleğimi çok severim. Bir mefkûre peşinde koşmaktayım. Dünyaya bir defa daha gelmeyi hiç düşünmüyorum ve ona hiç bir arzum da yok... Çünkü hayat ben­ce o eski zamanda tarif edilen Sırat köp­rüsü gibi bir şey... Bundan yeniden geç­mek tecrübesinde bulunmak istemem. Çok yorucu bir iş. Bu yoruculuğuna göre, aynı zamanda da üzücü. Onun için evlâtlarımın hiç birine doktor olunuz diyemedim. Fa­kat içlerinden birisi doktor olursa veba­ basının şubesini tutarsa memnun olmayacak da değilim. Madem ki evlât, babanın hayatının temadisidir. O halde mesleği­ me karşı merbutiyeti, muhabbeti ve mefkûreperestliğimi istidlâl buyurabilirsiniz.

mefkûreperest : maceraperest.

Diplomayı aldığım ve hür olarak yat­tığım gecenin zevkini, heyecanını asla unutamayacağım. Bunun içindir ki son sınıfta mektepte ikmale ve sınıfta kalan bir gen­ ce acıdığım kadar pek az şeye acırım.

Sabahleyin 5.30 da kalkarım. Şimdi yaz. 6,15 vapur ile istanbul'a inerim. Bu vapur­la indiğim zaman Şişli hastanesine gide­rim. 7.15'le inersem Bakırköy'üne. Bakırköyü'nde 14.30'a kadar otururum. Her iki hastanede de bir saniye boş durmam. Bü­tün işlerimi kendim görmeye çalışırım. Kendim okur, kendim yazarım. Her ge­len ve çıkan hastayı ben muayene ederim. Ayrıca muayeneye gelen hastaları muaye­ne ederim. Yemek için ayırdığım zaman beş dakikadır. Geceleri okur, yazarım. Senede bir iki defa tiyatroya, fakat her hafta mutlaka sinemaya giderim. Ekseri­ ya mektep günlerinde, dersten yorgun çı­karım. O dakikalarda kitap okuyacak hal­de değilimdir.

Sinemaya altı buçuk matinesine gide­rim. Burada hem film seyreder, hem din­lenirim. Gece dokuzda yemeğimi yer, gene çalışırım. Gece yarısına kadar çalıştığım çok vakidir. Yatar yatmaz da uyurum. Sade kâfi miktarda spor yapmadığımdan, bir taraftan da yaşlandığımdan son zaman­larda şişmanlık, tansiyon, romatizma gibi sızıltılar başladı. Bittabi perhiz de araya girdi. Her sene Avrupa'ya giderim. Bütün istirahatim vapurdadır. Çünkü şehre in­dikten sonra meslektaşlarımı ziyaret, has­ tanelerde tetkikatla vaktimi geçiririm...

Ölümünden bir kaç saat evvel istanbul Valisi Dr. Fahreddin Ke­rim ile gülerek görüşmüş olan rahmetli, sonradan asistanlarından Migeli çağırtmış ve kendisine kitap okutmaya başlamıştır. Bu sırada da Mazhar Osman odasının içinde bir aşağı bir yukarı gezinmekte ve asistanım dinlemekteydi. Gece yarısına tam yirmi dakika kala Maz­har Osman'ın birdenbire yere düştü­ğü görülmüş ve kendisini kaldır­maya koşanlar son nefesini verdi­ğini müşahede etmişlerdir. Rahmetliyi yakından tanıyanlar, hayatının son demlerine kadar ça­lışmaktan bir dakika olsun kaçın­madığını, mesleği ile ilgili her faaliyetle yakından alâkalandığım sölemekte müttefiktirler. Kendisini şu son aylar zarfında evinde ziya­ret etmiş olanlar, üstadın eroinomanlar hakkında gayet enteresan bir etüt hazırladığım, fakat has­talığının bunu tamamlamasına fır­sat vermediğim anlatmaktadırlar.

Cenazesi 2 eylül 1951 pazar günü saat 11'de Cağaloğlu'ndaki evinden kaldırılarak öğle namazını müteakib cenaze namazı Beyazıt Camii'nde eda edildikten sonra Asrî mezarlıktaki ebedî istirahatgâhına defnedilmiştir.

uludağ makalelerimden

balat or ahayim hastanesi

sura
Balat Ayvansaray'da 1886'dan beri hizmet veren Musevi hastanesidir.

19. yy'da Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları Balat ve Hasköy'de yoksul hastaları tedavi edip, bakımlarına yardımcı olma fikri 1884'te Dr. Rafael Dalmedico tarafından ortaya atılmış ve birkaç gencin de katılmasıyla yoksul hastalara evlerinde tıbbi yardımda bulunularak uygulamaya geçilmiştir. Dönemin kötü ekonomik şartlarının da etkisiyle yardıma muhtaç hastaların çokluğu Balat'ta bir Yahudi hastanesinin gerekliliğini doğurmuştur.

1885'te Balat Çeşmekaya'da, çalışan işçileri ve yoksulları ücretsiz olarak tedavi eden ve Or-Ahayim (yaşamın ışığı) olarak adlandırılan bir dispanser kuruldu. Bir süre sonra yanındaki evin kiralanmasıyla 8 yataklı bir binada hastaların tedavi altına alınmaları sağlanmıştır.

ii. Abdülhamid'in "Yahudi milletinin hastalarını tedavi edebilmesi için" Balat semtinde bir hastane inşasına izin veren fermanı imzalamasıyla 10 Mayıs 1886 Pazar günü temel atma töreni gerçekleşti.

1898 yılında, idealist doktorların ve hayırseverlerin katkılarıyla, Sultan II. Abdülhamid'in fermanıyla küçük bir sağlık ocağı olarak kurulmuş.

meyhane

sura
çeşitli meze ve yemeklerle içki içilen yer.

istanbul'da, II. Mehmed (Fatih) döneminden (1451-1481) bu yana meyhaneler bulunduğu ve bunların Bizans döneminden kalmış oldukları çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

Meyhane kültürü, tarihsel olarak liman şehirlerinin bir parçası olagelmiştir. Fatih Sultan Mehmet fethettiğinde istanbul, dünyada meyhaneler şehri olarak şöhret kazanmıştı. Kimi araştırmacılar meyhane kültürünün istanbul'dan çıktığını yazar. 16. yüzyıl yazarlarından Kastamonulu Latifî, Tarifname-i istanbul eserinde, istanbul meyhanelerinin bilhassa Tahtakale'de toplandığını, Galata'nın ise baştan başa meyhane olduğunu belitir:

"Galata demek meyhane demektir." Latifî ayrıca, kendi adını taşıyan ünlü şuara tezkiresinde, Fatih Sultan Mehmet'in divankâtibi, rint şair Melihî'nin Tahtakale meyhanelerinde içtiğini de söyler.

Evliya Çelebi Seyahatname'de istanbul esnafından bahsederken, meyhaneciler için "esnaf-ı mel'ûnan-ı menhûsan-ı mezmunan" deyimini kullanmıştır. Evliya Çelebi'ye göre o dönemde istanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları içinde Hamr Emaneti'ne bağlı binden fazla meyhane faaliyet göstermekte, bu meyhanelerde çalışanların sayıları 6.000'i bulmaktaydı.

Evliya Çelebi o dönemde sadece Galata'da 200 meyhane olduğunu söyler.

Ayrıca Hasköy' den bahsederken burada 100 meyhane bulunduğunu ilave eder. O dönemde Samatya, Kumkapı, Balıkpazarı, Unkapanı, Cibali, Ayakapısı, Fener, Balat da birçok meyhanenin faaliyette bulunduğu semtlerdir. Meyhanelerin yoğun olduğu diğer semtler ise, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Anadolu yakasında, Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy'dür. Bu semtlerin tümü istanbul'un gayrimüslim nüfusun yoğun olduğu semtleridir ve meyhanecilik o dönemlerde kural olarak gayrimüslimlerin, Rumların, Ermenilerin işidir

Osmanlı döneminde meyhaneler "koltuk" ve "gedikli" olmak üzere iki sınıfa ayrılırdı. Gedikli meyhaneler ruhsatlı olup sayıları tahdit edilmişti. Koltuk meyhaneleri ise ruhsatsız, kaçak olarak çalıştırılırdı. Zaman içinde bunlara "ayaklı meyhaneler" ilave olurken, gedikli meyhaneler Abdülaziz döneminden (1861-1876) sonra "selatin meyhaneleri" olarak anılmaya başlandı. Bir de koltuk ile gedikli arasında bir seviyede, "küplü meyhaneler" vardı.

Osmanlı döneminde, meyhaneleri konu alan şiirlerde özellikle sakilere geniş yer verilmiş, sakiler için nice sakinameler yazılmıştır. Sakiler çoğunlukla efemine tipli, genç ve güzel oğlanlardan seçilir, bunların temizliklerine ve kıyafetlerine büyük özen gösterilirdi. Sakinin güzel yüzlü, güzel huylu, boyu bosu yerinde olması istenirdi.

Koltuk meyhaneleri ise gizlice içki satılan ve içilen, manav, bakkal gibi dükkânlardı. Koltuk meyhanelerinin bir bölümü de kibar koltuklarıydı. Buralara daha ziyade evlerine içki sokmayan, memur ve kâtip takımı gelerek akşamcılık âdetlerini sürdürürlerdi.

15. yy'dan 19. yy'un ortalarına kadar çeşitli dönemlerde, zaman zaman çıkarılan içki yasaklarıyla meyhaneler kapatıldı; ancak yasağın kalkması veya gevşemesiyle tekrar açıldılar ve giderek sayıları arttı. Meyhaneler vb. eğlence yerleri ancak Tanzimat'tan sonra özgürlük kazandılar. Bu
dönemde meyhanelerin istanbul'da göze batacak şekilde çoğaldığı görülür.

Meyhanelerdeki hizmet hazırlıkları ikindi ezanından sonra başlar, rakı güğümleri, ibrikleri ve şarap testileri doldurulurdu. (Daha eskiden ibrik ve güğüm yerine kabak kullanılmıştır.) Tabak, bardak gibi
servis malzemelerinin temizliği barba tarafından denetlenip, tezgâhtaki ve mutfaktaki yerlerine özenle yerleştirilirdi. Servise hazırlanan mezelerden bazıları tezgâh üzerine dizilirdi.

Cumhuriyet döneminde ise geleneksel meyhaneler barlara yenik düşerek, hele de 1970, 1980'lerden sonra yavaş yavaş azalmışlar, yerlerini modern restoranlar, barlar almıştır. Bunda değişen ve gelişen içki kültürünün etkisinin olduğu muhakkaktır. Toma, Dimitri, Agop, Serkis, Ancelo, Todori, Anastas gibi barbalar, meyhanelerin son dönemlerinde istanbullulara nice çilingir sofraları hazırlamış, bir ölçüde de olsa meyhane geleneklerini yaşatmışlardır. Geleneği sürdürmeye çalışan az sayıda meyhane günümüzde de vardır.

Toplumsal yaşama üst sınıfların rağbet ettiği birer alafranga meyhane formu olarak giren, ama Cumhuriyet döneminde alaturkalaşıp halka mal olan gazinolar ve birahaneler, klasik meyhaneleriniki yakın akrabasıydı. Batılı örneklerinin yanı sıra Rumlara özgü tavernalardan da beslenen gazino, rakı ve çilingir sofrasını alaturka musiki ile buluşturduğu gibi, meyhane ile müzik arasındaki köklü ilişkiyi de yeniden biçimlendirdi. Küçük ölçekli mekânlarda açılan çalgılı meyhaneler, taş plak meyhaneleri, giderek 1970'lerde mantar gibi yayılan pikaplı meyhaneler, gazinoyla yerleşen olguların kültürel yansımasıydı.

(uludağ makalelerimden)

bağdat caddesi

sura
Anadolu yakasında, Kadıköy ilçesi sınırları içinde ana ulaşım yolu. Asırlar boyunca, Üsküdardan Bağdad'a kadar uzanan bir ticaret ve sefer yolu olmuştur. Üsküdar iskelesinden başlayan yol Ayrılık Çeşmesi, Söğütlüçeşme, Kurbağalı, Selâmiçeşmesi, Bostancı, Maltepe, Kartal, Pendik, Gebze ve Diliskelesi üzerinden körfezin karşı sahilinde Herseğe geçerdi. Yol boyunca köprüler, çeşmeler ve konak yerlerinde hanlar sıralanmıştı.

Bizans döneminde de var olan bu yol, kıyının az içerisinde izmit'ten Üsküdar'a kadar uzanıyordu. Bu yol ile kıyı arasında en azından iki manastır bulunduğu, biri Şaşkınbakkal'da. diğeri ise Bostancıda Çatalçeşme'de bulunan bazı kalıntılardan anlaşılır. Bostancı dolaylarında yeri kesinlikle bilinmeyen bir yerde ise Satiros Manastırı bulunuyordu.

Osmanlı döneminde, Üsküdar'dan Şam veya Bağdat yönünde gidecek kervanlar gibi, Doğuya yapılacak seferlerde ordu, bu yol üzerinden yolculuğuna başlıyordu.

Irak'ın elimizden çıkması ise Bağdad yolunu hâtıra ve hafızalardan tamamen silmiş, yalnız, 1934 Belediye Şehir Rehberinde, Büyükşehrin en uzun yollarından biri Bağdad Caddesi adını almıştır. Kısmen eski yolun güzergâhını takip eden Bağdad Caddesi, Kadıköy'ünden Bostancıya kadar devam eder. Büyükşehrin en işlek damarlarından biridir. Kadıköy - iç Erenköy, Kadıköy - Bostancı, Kadıköy - Yakacık, Kadıköy - Maltepe ve Pendik otobüsleri ve Kadıköy - Bostancı tramvayı bu caddeden geçerler.

1930'lu yıllara kadar ancak iki arabanın yan yana geçebileceği, tozlu ve kışın çamurlu toprak bir şose yol halinde olan Bağdat Caddesi 1930'dan sonra Bostancı yönünden Fenerbahçe yolu kavşağına kadar asfalt kaplanmış, buradan Kadıköy-Üsküdar yönlerindeki devamı parke döşeli olarak bırakılmıştır. Bu durum böylece uzun yıllar sürmüştür. 1935'ten sonra da caddenin iki tarafından tramvay hatları geçirilmiştir. Önceleri bu tramvay hatlarının içleri balastlı, ayrı yolları varken. 1940'tan sonra Bağdat Caddesi'ni genişletebilmek için, raylar esas caddenin kotuna indirilerek trafik yolu daha ferah bir duruma sokulmuştur.

Bağdat Caddesi'nin iki yanındaki araziler, 1935'ten sonra küçük parsellere bölünerek, buralara genişçe bahçeler içinde, genellikle iki katlı küçük villalar inşa edilmiştir. Bunların fotoğrafları 1935-1940 arasında çıkan Arkitekt ve Yedigün dergilerinde görülür.

Bağdat Caddesi'nin canlanması 1930'lu yıllarda Mustafa Güler Bey'in Suadiye Plajı'nı yaptırması ile gerçekleşmiştir. Mabeyinci Sâdi Bey Korusu'nun yanındaki koyda ilk tesislerini kuran Mustafa Bey, plajına Moda ve Altınkum plajlarının müşterilerini çekebilmek için, koyu kırmızı renge boyalı dört otobüs yaptırarak (bu yıllarda otobüsler kamyon şasisi üzerine yapılırdı), istanbul halkının Kadıköy iskelesi'nden Suadiye Plajı'na geliş ve dönüşünü sağlamıştı.

istanbul'un Anadolu yakası gençliğinin yaz aylarında saat 17.00'den genellikle 20.00'ye kadar trafik olmadığı için rahatça gezinti yaptığı bir arter oldu. "Asfalta çıkmak" denilen bu akşam gezintileri ancak 1950'lerde sona erdi.

Bağdat Caddesi, Adnan Menderes dönemindeki şehir düzenlemesi sırasında 1958'de tekrar ele alınmış ve zaten tramvay hatları da bütünüyle kaldırıldığından, cadde aylar boyunca trafiğe kapatılarak yeniden genişletilmiş, kazılmış, iki yanındaki bahçeler istimlak edilerek kesilmiş, duvarlar geri alınmıştır. 1960'lardaki hükümet değişikliği kargaşası içinde uzun süre öylece kalan çalışmalar, sonra tekrar sürdürülerek Bağdat Caddesi yeniden düzenlenmiş, bazı bölümlerinde yaya kaldırımları ile trafik yolu araşma iki sıra halinde çınar ağaçları dikilmiştir.

Üsküdarlı Vâsıf Hoca şöyle tespit etmiştir: "Medinei Üsküdarın iskelesi sahilinden başlayarak çarşı boyunu takiben iskele meydanındaki Sultan Ahmed-i Salis Çeşmesi. Horhor Çeşmesi, Yenicamii şerif önünde Gülnûş Sultan Çeşme ve Sebili, Karadavudpaşa Camiişerifi kurbunda Mehmed Ağa Çeşmesi; Yeniçeşme önünde yol ikiye ayrılarak biri sağdan Ahmediye Camiişerifi Kabristanı önündeki çeşme, kütüphane ve imaret Kapusu önündeki çeşme ve sebil, îskenderbaba Dergâhı dibindeki çeşme. Menzilhâne Yokuşundaki Tavaşi Hasanağa Çeşmesi; bir yol dahi solu takiben Tabutçular içi Kızlarağası Çeşmesi, Dutlukahve önündeki çeşme; bu yol Katırcılar sokağından çıkılarak inadiye diğeriyle birleşir; iki kabristan arasından Karacaahmedsultan Türbesi ittisalindeki çeşme ve sebil, camiişerif karşısındaki çeşme. Miskinler Çeşmesi, karşısındaki sebil, hayrat kuyu, Saraçlar Çeşmesi, ibrahimağa çeşmesi, ilânı Meşrutiyete değin civannda iki kahvehane bir bakkal dükkânı ve binek arabaları bulunup şimdi kâh akar kâh kuru, vatanından mehcur bir garip gibi boynu bükük metrûk
bir vaziyette bulunan meşhur Ayrılık Çeşmesi, Söğütlü Ceşme namazgâhında Hürriyetin ilânına kadar bir kahveciyi barındıran Ömerefendi Çeşmesi, Ihlamurluda Zühtüpaşa Çeşmesi, Selâmi Çeşmesi gibi...

Taşköprü'den Kızıltoprak yönünde, solda Papazınbağı denilen geniş bir bağ ve bostan vardı. Bundan soma da solda Kalyonlar Başhalifesi Hacı Ömer Efendimin 1186/1772'de yaptırdığı güzel bir namazgah yer almıştı. Çok değişik biçimde bir çeşme, namazgah sofası, kıble taşı ve mermer bilezikli kuyudan oluşan bu küçük manzume çok yaşlı üç ağaç ile gölgelenmişti. Yanındaki hazirede, namazgahın kurucusu Ömer Efendi (ö. 1191/1777) ile ailesi mensuplarının mezarları bulunuyordu. Yakın zaman önce namazgah ve mezarlar da kaldırılmış, ağaçlar kesilmiş, yerlerine bir oto galerisi ile apartmanlar yapılmıştır (geriye yalnızca bir ağaç kalabildi).

Az ileride Kadıköy'den gelen yolun birleştiği yerde Zühdî Paşa Çamii'nin arkasında, Ihlamur menzili denilen bir yer vardı. Burada evvelce ulu çınarlar bulunduğuna göre herhalde bir namazgah da olmalıydı. 1177/1763 tarihli, "Kadı karyesi sakinlerinden Kürt Hasan Ağa" nın hayır eseri olan ve 1955'te arkasındaki apartmanın sahibi tarafından yıktırılan bir de çeşme vardı.

Feneryolu'nu geçtikten sonra Selamiçeşme semtine adına veren namazgah ile çeşme görülür. Namazgahın yerinde şimdi benzin istasyonu vardır.

Bağdat yolu, şimdiki Caddebostan semtinde, sol tarafta Çukurçeşme olarak adlandırılan bir menzil yerine sahip bulunuyordu. Evvelce arkasında bir namazgah sofası olan bu kitabesiz çeşme, önce bir evin bahçe duvarına bitişik olarak kalmış, yakın tarihlerde de arkasında kurulan bir restoran yapılırken yok edilmiştir. ihyası için 1991'de yapılan girişimler sonuçlanmamıştı.

Çınardibi semtinde çok yaşlı bir çınarın bulunması burada da evvelce bir menzilin bulunduğuna işaret sayılabilir. Nitekim uzun yıllar açık hava tiyatrosu, sonraları sinema olarak kullanılan bu yerde yakın tarihlerde modern bir cami yapılırken buranın Valide Sultan vakfı olduğu ileri sürülmüştür. Zaten C. Von der Goltz'un haritasında bu yerde Çoban Çeşmesi adıyla bir çeşme işaretlenmiştir.

Bağdat Caddesi'nin etrafında seyrek olarak bazı ufak ahşap köşkler 20. yy'ın başlarında yapılmıştı. Bunlar arasında Suadiye ile Bostancı koylarını ayıran burnun üzerinde Mabeyinci Sâdi Beyin köşk ve yalısı bulunuyordu. Girişi Bağdat Caddesi üzerinden olan köşkün arazisi çok geniş olup, iki tarafı ağaçlı bir yoldan ahşap köşke bağlantı sağlanmıştı. Bir tarafı Bağdat Caddesi, diğer tarafı denizle sınırlanan köşkün, denize uzanan burnun üstünde içinde fıskiyeli havuzu olan tek katlı kagir bir müştemilatından başka koruluk halindeki bahçesinde hizmet binaları, çok büyük bir limorduk, meyve ve sebze porterleri de vardı. Bir süre kır kahvesi olan arazi parsellenirken, ahşap köşk de yandı. Bugün yerinde birçok sokak ile yüksek apartmanlardan meydana gelen mahalleler bulunmaktadır.

Bağdat Caddesi kenarında yeni apartmanlar yapılırken, aralarındaki parsellerde Fenerbahçe Lisesi ile Semiha Şakir Lisesi de inşa edilmiştir. Bugün Bağdat Caddesi, blok apartmanların altında geniş vitrinli mağazaları, banka şubeleri, caddeyi dört dizi halinde işgal eden yoğun trafiği ile tamamen değişik görünümlü bir ana cadde olmuştur.

(uludağ makalelerimden)

nazım hikmet

sura
Nazım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu. Aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir. 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.

Bu arada dedesi Nazım Paşa'nın etkisiyle şiir de yazmaya başlamıştı. Çok küçük yaşlardan beri Mevlevi sohbetlerini dinliyor, okunan şiirleri, yapılan konuşmaları anlamasa da, havayı kokluyor, kendi de bir şeyler yazmaya özeniyordu.

Baba tarafından dedesi Mehmet Nazım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi.

bir gece evlerine konuk gelen Bahriye Nazırı Cemal Paşa elini öpen Nazım'la ilgilenmiş, hangi okulda okuduğunu sormuş, derslerinin iyi olduğunu, ayrıca dedesi gibi şiir yazdığını öğrenince, kendisine bir şiirini okumasını istemişti. Nâzım'ın utandığını, Cemal Paşa'nın da ısrar ettiğini gören Hikmet Bey araya girerek oğlunun yukardaki şiirini okumuştu. Çocuğun şiire yansıyan duygularından çok etkilenen Cemal Paşa bu yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu karşılık alınca da okula girmesine yardımcı oldu.

Bahriye Mektebi'nde lâkabı ''Sarı oğlan'' sıfatı, ''şair'' dir.

Hikmet Bey, Nazım'ın babasıdır.

Hikmet Bey, Mekteb-i Sultani (sonradan Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş. başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu.

Annesi, Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım. Fransızca konuşan piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı. Nazım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu.

Cemal Paşa'ya okuduğu şiir ise 3 Kânunuevvel 1330 tarihli ''Bir Bahriyelinin Ağzından'' şiiridir.

BiR BAHRiYELiNiN AĞZINDAN
Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz
Bize derler Turgutoğlu
Yakarız yıkarız biz cihanı
Ölüm karşımızdadır anbean
Vatan uğrunda ederiz fedâ-yi can
Topumuzdan çıkan gülle
Eder her tarafı tarumar
Vatan uğrunda fedâ-yi cana
Benim gibi çok kişiler var.

Nazım Hikmet 1917 girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güvene subayı olarak atandı. Okulda kaldığı üç yıl boyunca, terbiyeli. ama fazla çalışmayan. giyimine özenmeyen, askerliğe pek yatkın görülmeyen bir öğrenci olarak değerlendirilmişti. En iyi dersleri din bilgisi ile tabiat bilgisiydi. Bu derslerden iki kez takdir aldığı, Mükafat Sofrasında yemek yediği biliniyor.

Nâzım, Mustafa Kemal hayranıdır Harp Okulu ve Donanma davalarında yargılanırken yaptığı savunmada, ilkelerinin buna engel teşkil etmediğini açıklar:
“Ben cumhuriyetin, Mustafa Kemal'in Türkiye'ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğunun idraki içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşa'ya saygı duymama, altı umdeye sahip çıkmama mani değildir ve neşriyatım bunun delilidir.”

Nâzım bu yargılamalar yüzünden Türkiye'den ayrılmak zorunda kalıp Sovyetler Birliği'ne geçince, yaptığı ilk şeylerden birisi Azerbaycan'daki Türk kardeşlerini ziyaret etmek olmuştur. Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, Azerbaycan'ın ünlü şairi olan babası Resul Rızayev'in yakın arkadaşı Nazım'ın ziyaretleri üzerine özetle şu değerlendirmeleri yapar:

"Türkiye için Nâzım Hikmet belki de komünizmin, sosyalizmin bir simgesidir. Türk cumhuriyetlerinde, Azerbaycan'da Nâzım Hikmet, Türklüğün, Türk dilinin simgesiydi. Bizler Türkçeyi yıllarca konuşamadık. Siz Türk değilsiniz, Azeri'siniz" derlerdi bize. "Türk" sözcüğü yasak olduğu zaman, Nazım buraya geldiğinde "ben Türk'üm, siz de Türk'sünüz, dilimiz bir. Kardeşiz. Aynı milletiz." derdi. O zamanlar Azerbaycan'da bu sözleri kullanmaya kimse cüret edemezdi. Ama Nâzım diyordu ve komünist olduğu için onu affediyorlardı. Nazım'a çok büyük bir ilgi ve sevgi var bizde. "Buranın hürriyetindense, Türkiye'nin zindanlarında yaşamayı tercih ederim." derdi, Sürekli olarak Türkiye özlemini anlattığı şiirlerini okurdu.

Nazım, milliyetçiliği sömürülmüş sonrasında da vatan hainliği ile suçlanmış bir yazardır.

Vatan hainliği ile ilgili suçlamalar üzerine "Vatan Haini" isimli bir şiir yazmıştır.

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ..

(uludağ makalelerimden)
2
marla marla
Vatan haini en sevdiğim şiiridir.
sura sura
bilmukabele bende marla hanım, yaşamaya dair ile beraber hayranım. özellikle genco erkal'ın okuyuşuna..

müşfik kenter

sura
"Gençliğinde bir “idöldü; şimdi bir “söylence” ... Otuz yaşındayken altmışını geçmiş oyun kişilerini seyirciyi hiç yadırgatmadan canlandırırdı. Bugün altmış üç yaşında ve her tür rolle baş edecek kadar genç. “ incelikli oyuncu” denilince akla ilk gelen isim: Müşfik Kenter.. Kimi sanatçı çalışarak savaşım vererek acı çekerek yetiştirir kendini. Müşfik Kenter ise sahne sanatçısı olmak için doğmuştur. Oynayacağı rolü belkemiğinden kavramasını sağlayan inanılmaz bir sezgiyle donanmış olarak. Tanrı vergisi yakışıklılığını ise yalnızca bir oyuncu kişi gereci olarak değerlendirmiştir. Bu ayrıcalığını kolay yoldan “gösterişli aktör” olabilmek için kullanmadığından, hep “yakışıklı” kalmıştır.
Müşfik Kenter'in iki tür “hayranı” vardır. Kenter kardeşlerin 1950'li yılların sonlarında istanbul'da yaptıkları büyük “çıkış”a tanıklık edip, yıllar boyu onların sadık seyircisi olan bugünkü yaşlı ve orta kuşak; bir de Müşfik'i “ Bir Garip Orhan Veli”yle başlayan “tek kişilik” oyunlar döneminden bu yana tanıyan genç kuşak. 1980'lerde başlayan bu ikinci dönemde Mehmet Baydur'un, oynasın ya da yönetsin diye oyunlar yazdığı, pek çok sanatçı ve tiyatro öğrencisinin “Müşfik Ağabey”i, “Müşfik Hoca”sı, tüm oyuncu adaylarının çapına erişebilmeyi özledikleri bir ustadır... Müşfik'in her iki dönemdeki ürünlerini izlemiş olanlar içinse “usta”lığa çok eski yıllarda geçmiştir Müşfik." diye bahseder cumhuriyet gazetesinde, ayşegül yüksel..

Melih cevdet anday, kendisiyle olan bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Bir gün Atatürk Kültür Merkezi'nde bir konse­re gitmiştim; Müşfik Kenter de geldi, eşi Kadriye Kenter ile En önden dolaşıp yerlerini buldular ve oturdular.

Ne önemli bir olay! Büyük bir sahne yaratıcısı, halkı yıllardan beri sahnedeki kendisiyle büyüleyen, eşsiz bir artist, şimdi sadece bir dinleyici olacaktı demek, sıralardan birinde oturan, bizim gibi sıradan bir dinleyici.

Bu durumu sorunlaştırmakta haklı buluyorum kendimi. Anlığımızda ve imgelemimizde (ikisi ara­sında oldukça büyük bir ayrım var) varılamaz bir yeri olan... Kim o? Bir kişi mi? Nasıl bir kişi ki, sahnede onu seyrederken, kimi zaman (hayır, her zaman) onun tanışı olduğumuzu bile unutuyoruz. Bir büyücü mü? Evet, ilkel toplum büyücülerinden biri. Tanınmış bir etnolog, ilkel toplumdaki büyücünün yalnızca büyü sırasında, diyelim bir hatayı iyileştirmek için ağzından ateşler püskürtürken, ya da kendini çılgınca bir dansa bırakmış iken büyücü olduğunu, ertesi sabah onunla karşılaştığımız­ da (belki de komşumuzdur) hoşbeş edeceğimizi, gü­lüşeceğimizi, el sıkışacağımızı anlatır. Oymağımızdan biridir o, ancak ödevi sırasında bizden ayrılır, ortaya çıkar ya da karşımıza dikilir, güler, ağlar, kızar, eziyet çeker, kimi zaman rahatsız eder, da­ hası korkutur bizi. “ Böylesi bir büyücü tanımı mo­dern geliyor bana” demek, bir anda yadsınmazsa, akla yakın bulunabilir bence, ama sanıyorum ki gerçek hiç de öyle değil. ilkel toplum eşit insanlar­ dan kurulu idi, iş bölümü bu eşitliği neden sonra engelleyebilmiştir. Şöyle de diyebiliriz; ilkel toplum­ da eşitlik, iş bölümünün üstünde idi. (Büyücü komşumuzdu). Çağımız toplumunda ise sanatçılar, bi­lim adamları, yöneticiler, kısacası seçkinler toplum dışı diyebileceğimiz bir küme oluştururlar. Biz on­ları seyrek olarak görürüz ve çok seyrek olarak ko­nuşabiliriz onlarla. Bundan ötürü, hekimimizin dostumuz olması bizi yadırgatmalıdır, büyücülü­ğünü yitirir çünkü. Kim demiş bize hekim büyü­cüdür diye? Kimse dememiş olsa da biz onu öyle görürüz. Bir devlet başkanını yolda koşarken gö­rünce cinnet getirebiliriz. Ama ben bir sabah Ekrem Zeki Ün'ü, Moda yollarında tek başına orkest­ra yöneterek gittiğini görünce hiç yadırgamamıştım. Kendi işini yürütüyordu. Bütün demokratik ilerlemelere karşın kastlaşmış bir toplumdur bizim toplumumuz, seçkinler, deyim yerinde ise, bir aris­tokrasi oluştururlar. Gerçi müzik dinleyicisi de o aristokrasi içindedir, ama bir yaratıcıyı, yanı ba­şındaki sırada görmek gene de şaşırtır onu. Yanım­ da Hamlet mi oturuyor, yoksa Müşfik Kenter mi? Onun dostu olduğum halde ben bile şaşırdım o kon­ser günü.

Ama beni şaşırtan başka bir şey daha oldu o gün; önümüzdeki sırada oturan birkaç hanım, Müşfik Kemer'le Kadriye Kemer'den konuşmaya başladı­lar; Kadriye Kenter'i övdüler, Müşfik Kemer'in yaşamını düzene söktüğünü söylediler. Demek sah­ ne ve seyirci ayrımı onları hiç de ikiliğe düşürmüyordu. Olağanüstü bir dünya olan sahne ile bizim dünyamız arasındaki ilişkiyi uçurumlaştırmıyorlardı, daha doğrusu bu uçurumu sindirebiliyorlardı tinlerine. Çünkü, tanışık olmasalar bile, onunla bü­yük bir yakınlık kuruyorlardı aralarında. işte çözülmesi nerdeyse olanaksız bir sorun! Hangi rol­ deki Müşfik Kenter'le kurulmuştu bu yakınlık? Kimse bu soruyu yanıtlayamaz. Oynadığı bütün rollerden bir “ Müşfik Kenter” çıkarmak ise ola­naksızdır. Şuna sadece “ hayranlık” deyip geçenle­yiz, hayranlık belli bir uzaklığı gerektirir. Üstelik Kadriye Kemer'in, Müşfik Kenter'i düzenli bir ya­ şama sokmuş olmasının (bilmiyorum, böyle mi ol­du?) hayranlık içinde bir yeri yoktur, bu ilgi daha çok bir dostluk ilgisidir. Demek Müşfik Kenter'i sahnede hem de çeşitli karakterlerde görmüş olan seyircimiz, kendisini onun dostu saymakta güçlük çekmiyor, çünkü her gösterimde onunla konuştu­ğunu varsayabiliyor; dahası, diyelim Van Gogh'u, Müşfik Kemer'in anlattığı bir hikâye gibi dinliyor. Böylece de aktör, büyük aktör, o karakterleri kendi kişiliğinin öğeleri durumuna getirmiş oluyor. Can­landırılan kişi, diyelim bir tarihsel kişi ise, bu kişi ile aktörün karıştırıldığı bile görülmüştür. Bir in­giliz rahibi, konuğuna, katil kral III. Richard'ın öldürüldüğü Bosworth savaş alanını gezdirirken, “ işte kral burada 'Bana bir at, bana bir at' diye bağırırken öldürüldü” diyeceğine, aktörün adını söyleyerek “ işte Allin burada 'Bana bir at, bana bir at' diye bağırırken öldürüldü” demiş. Ünlüdür. Diyeceğim, aktörün, oynadığı rolle özdeşleştirilmesi olağan karşılanmalıdır.

Ben Van Gogh'u göremedim, istanbul'da değil­dim, bir kıyı köyünde idim, artık oyunu kışın seyredeceğim. Bizim gazetede Müşfik Kenter'in, Van Gogh olarak fotoğrafını gördüm. Bu fotoğraf beni uzun uzun düşündürdü, özellikle, yaratıcı-rol ilişkisi üzerinde durdum ve yazıma bu konudan başladım.

Yazılı söylev ya da yazınsal dil tiyatroda ne bi­çime girer? Müşfik Kenter bu sorunu en yetkin biçimde çözmüş aktörlerimizden biridir. Daima tra­jik bir aktördür Müşfik, çünkü hep ritüeli canlan­dırır. (Gerçekte tiyatro başka nedir ki!)

Müşfik Kenter özneyi duyurmakla uğraşını do­ruk noktasına eriştirir. Bu özne hem tekildir, hem de zaman dışıdır, seyirciyi şaşırtır, doldurur ve böy­lece de sonuna doğru tümden boşaltır. Sonunda bomboş kalmıştır seyirci. Katarsis ('Arınma' diye yorumladıkları), bundan başka bir şey değildir, kendini yitirmedir ve alkışı getirir, zorunlu kılar. Bir “kendine gelme”dir bu. Tarih birçok alkış çe­şidi görmüştür, (alkamak, beğenmek) bunların tümü arınma değildir, arınmanın tam tersi durum­lardan çıkma alkış da vardır. Seyircinin Müşfik Kenter'i alkışlaması ritüele katılmasındandır. Çünkü ritüel insanı boşaltır. Müşfik Kenter'i seyreder­ken, siz O 'sunuzdur. Kulağa seslenen sanatlar al­ kışı gerekli kılar. Resim sergilerinde alkış duyul­ maması bundandır.

Bir bakıma çağcıl aktör olanaksızdır; çünkü o kendisini hep bir çelişki içinde duyar. Bu çelişki, oyunun nesnesini, çağımız insanının benimseyememesinden doğar. Bu durum iki yana da bir çaresizlik getirir. Bu yüzden Müşfik Kenter hep antik çağda yaşadığı sanısına kapılır. Onun tiyatrodaki giysi dolabında hep birbirine benzeyen maskeler vardır, (Sahnenin giysi dolabı, evdeki giysi dolabından bambaşka bir şeydir, sahnedeki giysi dola­bında zaman durmuştur). Bu maskeler Müşfik Kenter'i zaman zaman bağırtır. Çağını duyumsamış- tır da ondan. Bir başkaldırmadır bu. Müşfik Kenter her oyununda tiyatroya başkaldırır ve onu böy­lece aşar. Hem Müşfik Kenter, hem Van Gogh ola­ bilmesi bundandır. Bir sanat aşılmadan, onun ya­ratıcısı olunamaz.

Müşfik Kenter, rolünü hep zaman dışı oynar. Onu anlamak için tarih bilincinde olmaktan başka çare yoktur. Çünkü o modern bir oyunda bile (belki en çok modern oyunlarda) zamanın geçmekte olduğunu duyurur seyirciye. Bu yüzden de kendi­ni rolüne çaldırmaz. Müşfik Kenter'in dehasını burada aramak gerekir diye düşünüyorum. Maske­ siz aktörün yüzyıllardır süren ikiliğini o çözdü. Oyununu kapalı bir doğa gibi oynadı, bütün gizle­ri, bütün soruları ve yanıtları ile. Ama o doğayı her kez biçimlere çevirdi, insanca kıldı.

Müşfik Kenter'i “ yaratma” ile “ yansıtma” ara­sında yakalamak olanaksızdır. Yansıtırken rastlan­tısal olanı aradan kaldırmakla yaratıcı, yaratırken anlaşılır kılmakta onca direndiği evreni özgünleş­tirir.

Müşfik Kenter, canlandırdığı kahramanın anla­mını göstermez, yaratır. Onu Hamlet'te görmüş­ tüm; sahnenin önünde yere oturdu ve “ To be or not to be...” tiradını söylemeye başladı. Doğallığı aşan bir doğallık içindeydi. Bunun gizini çözeme­dim. Bugün de düşünmekteyim. Müşfik Kenter "doğal” a öykünseydi bunca büyük olamazdı. Onun bütün becerisi, kahramanın iletisini alış bi­çiminden kaynaklanır. Bir başka deyişle, her za­man bir Oracle'dir Müşfik Kenter, sanki rolünü dü­şünmez de tinindeki Sibylle'i dinler sürekli. Yaşa­mın anlamını değil (bunu bulmak olanaksızdır), se­rüvenini gösterir. Sibylle yapıttır.

(uludağ sözlük makalelerimden)

20 mart 1999 trabzonspor gençlerbirliği maçı

sura
Saat 19:00'da ve cumartesi günü oynanan maçtır.

maçın 48. dakikasında hakem mustafa çulcu tarafından kırmızı kart gören ismail güldüren, 90-91 sezonundan bugüne kadar oynanan lig maçlarında aynı hakemden farklı maçlarda 2 kere kırmızı kart gören futbolculardan biri.

güldüren, bu maç dışında 2000-2001 sezonundaki beşiktaş 0-3 gençlerbirliği maçında da mustafa çulcu'dan kırmızı kart görmüştü.

cumhuriyet, 20 mart 1999

günün önemli maçında sakaryaspor ile fenerbahçe karşı karşıya gelecek.

trabzon-g. birliği

günün diğer önemli karşılaşmasında ise trabzonspor, gençlerbirliği'ni konuk edecek. ikinci yarının başlangıcıyla birlikte kendi evinde sadece bir maç kazanabilen bordo-mavili ekip, başkent ekibi karşısına 'mutlak üç puan' parolasıyla çıkacak. avni aker stadı'nda saat 19.00'da başlayacak trabzonspor-gençlerbirliği karşılaşmasını mustafa çulcu, refik aka, bülent demirler hakem üçlüsü yönetecek.

cumhuriyet, 20 mart 1999

orhan, recep sakat, kalitwinsev de ülkesinde olduğu için oynayamayacak

trabzon'da kadro sıkıntısı

ömer güner

trabzon - trabzonspor bugün kendi saha ve seyircisi önünde gençlerbirliği'yle oynayacağı maça mutlak 3 puan için çıkacak. trabzonspor teknik direktörü gordon milne , orhan ve recep' i sakat, ukrayna milli takımı'na çağrılan kalitwinsev de ülkesinde olduğu için takımdaki yerine alamayacak. bu durumda, teknik direktörün gençlerden bir kadro kurması bekleniyor.

ingiliz teknik adam, futbolcularını çalıştırırken aynı zamanda da motive ediyor. oyuncularını, ''ligin kalan 10 maçında en iyi sonuçları alarak gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz'' şeklinde dolduran gordon milne, bu akşamki maçta taraftarların da avni aker stadı'nın tribünlerini doldurarak destek vermelerini istedi.

teknik direktör milne, gençlerbirliği'nin güçlü bir ekip olduğunu, futbolcuların giydiği formanın hakkını vererek ligin ikinci yarısında iki kez kendi sahalarında yenilmenin lekesini üzerlerinden silmek için var güçlerini ortaya koymalarını söyledi..

21 mart 1999, pazar- hürriyet

bordo mavili ekip, gençlerbirliği'ni ikinci devredeki muhteşem futboluyla dağıttı. biri penaltıdan iki gol atan kaptan ogün sahanın yıldızı olurken, diğer sayılar mehmet zengin ve vugrinec'ten geldi.

marakşi, ceza alanına girip çok sert vurdu. kaleci milosevski mükemmel bir hareketle topu kornere tokatladı.

abdullah ceza alanında tolga ile girdiği mücadelede kendini yerde buldu. trabzonsporlu futbolcular penaltı bekledi, ancak hakem devam dedi.

çapraz pozisyonda kaleci ile karşı karşıya kalan fatih'in şutunda top direğin dibinden auta gitti. ilk yarı golsüz sona erdi.

48. dakikada osman'ın ceza sahası içindeki sert şutunda top ismail güldüren'in eline çarptı. hakem, önce penaltıya hükmetti, ardından ismail güldüren'e kırmızı kart gösterdi. penaltıyı ogün gole çevirdi: 1-0.

51. dakikada selahattin, ceza alanına girmekte olan mehmet zengin'i gördü. bu oyuncu, plasesinde metin'in eline çarpan top filelerle kucaklaştı: 2-0.

selahattin'in aut çizgisinden yaptığı ortaya mehmet ipek yatarak kafayı vurdu. meşin yuvarlak yan direkten döndü.

82. dakikada mehmet ipek ceza alanına girdi. topu rakip savunmanın üzerinden aşırdı, araya girip ayak koyan mehmet zengin'in vuruşu direkten döndü. vugrinec tamamladı: 3-0.

85. dakikada ogün ceza sahası içinde plaseledi. önce kaleciye, sonra da yan direğe çarpan top dördüncü trabzon golü olarak g.birliği ağlarına gitti: 4-0.

Maç bilgileri ve kadro ise şöyle:

hakemler : mustafa çulcu, bülent demirlek, refik aka

trabzonspor : petar milosevski, selim özer, ogün temizkanoğlu, tansel başer, mehmet ipek (dk. 82 ünsal aka), mehmet zengin, osman özköylü (dk. 86 okan özke), ünal karaman, abdullah ercan, selahattin kınalı, fatih tekke (dk. 77 davor vugrinec)

teknik direktör : gordon milne

gençlerbirliği : metin akçevre, tolga doğantez, ümit özat, ismail güldüren, hakan demir (dk. 82 serdar samatyalı), nihat baştürk, geremi njitap (dk. 76 lahcen abrami), maimane alfred phiri, mehmet şimşek, ümit karan (dk. 57 ismail doğan), hamid merakchi

teknik direktör : karol pecze

goller : dk. 49 [penaltıdan], 84 ogün temizkanoğlu, dk. 51 mehmet zengin, dk. 81 davor vugrinec (trabzonspor)

sarı kartlar : dk. 9 mehmet ipek, dk. 45 osman özköylü (trabzonspor), dk. 44 ümit özat, dk. 52 hamid merakchi, dk. 87 nihat baştürk (gençlerbirliği)

kırmızı kartlar : dk. 48 ismail güldüren (gençlerbirliği)

5 mayıs 2004 trabzonspor gençlerbirliği maçı

sura
Bir gençlerbirliği taraftarının değerlendirmesi;

"maça trabzonspor çok etkili ve baskılı başladı. ilk dakikalarda oyunun hakimi trabzonspordu bir süre sonra gençlerde top yapmaya başladı ama trabzonspor hem youla'yı çok iyi tuttu hemde kanatları çok iyi tıkayıp ali tandoğan ve flip'in önlerini kapattı. orta sahada da çok iyi baskı uygulayınca gençler bir türlü istediği pozisyonları yakalayamadı bu arada trabzonspor'un geçen yılki final maçına benzer bir defans ın arkasına atılan bir topla golü bulması gençler'in işini iyice zorlaştırdı.

golden sonra bir süre gençler üstün göründü ama trabzon savunmasının çok iyi çalışması sonucunda yine net bir pozisyon yakalayamadı.

ikinci yarıda gençler tüm oyunu trabzon yarı sahasına yıktı gol ha geldi ha gelecek densede trabzon bunalsada bu atakları savuşturmasını bildi ardından da kornerden gelen ortaya gökdeniz güzel bir gol atarak maçı bitirdi. ardından iki takım oyuncularınında agresifleşmesi maçın zevkinide aldı götürdü.

uzun bir süre sonra gençler bu kadar farklı bir skorla yenildi. doğru dürüst bir atak bile gerçekleştiremeden kupa finalinde kaybetti."

16 nisan 2004 tarihli sabah gazetesinden;

türkiye kupası finali olimpiyat stadı'nda
futbol federasyonu başkanvekili ata aksu, türkiye kupası finalinin, istanbul atatürk olimpiyat stadı'nda oynanacağını açıkladı. final maçının 5 mayıs çarşamba günü olimpiyat stadı'nda yapılacağını belirten aksu, "bu statta gelecek sezon avrupa şampiyonlar ligi finali oynanacak. uefa'nın da bizden talebi bu statta bir final oynatılmasıydı. türkiye kupası final maçına uefa'nın üst düzey yöneticileri de gelecek ve o gece bizimle olacaklar" şeklinde konuştu.

5 mayıs 2004 tarihli sabah gazetesinden;

buyrun şölene

42. final olimpiyat stadı'nda saat 20.00'de başlayacak. doğan ve yanal kariyerlerindeki ilk kupanın peşinde.

sakatlıklar can sıkıyor
türkiye kupası'nda 12. kez final oynayacak olan trabzonspor, kupayı yedinci kez müzesine götürmenin hesaplarını yapıyor. 13 kez kupayı kazanan g.saray'ın ardından 6 kupa ile ikinci sırada bulunan trabzonspor, geçen sezon kupada yine final oynadığı gençlerbirliği'ne rövanşı vermek istemiyor. teknik direktör ziya doğan, kariyerindeki ilk türkiye kupası finali öncesi futbolcularından bu kupayı istediğini söyledi.

doğan: mazeret yok
doğan, gençlerbirliği önünde bazı dezavantajları bulunduğunu belirtti. fatih, somers ve hasan üçüncü'nün sakat olduğunu hatırlatan doğan, "ayrıca biz, iki cephede birden savaşıyoruz. rakibimiz ise ligde iddiası olmadığı için kendini sıkmıyor. ancak sakatlıkları mazaret olarak kabul etmemek lazım. tüm bu olumsuzluklara rağmen kupayı kazanmak istiyoruz" diye konuştu. önceki gün idmanda sakatlanan yattara'nın oynayabilecek durumda olduğu açıklandı. öte yandan atatürk olimpiyat stadı'nda yaklaşık 50 bin trabzonsporlu taraftarın takımına destek vermesi bekleniyor. bazı taraftar grupları da otobüslerle istanbul'a gelerek takımlarına destek verecek.

yenilse de avrupa'da!
gençlerbirliği, türkiye kupası'nda trabzonspor ile oynayacağı maçta geçen yılın rövanşını almak istiyor. bugüne kadar 3 kez final oynayan ve 2 kez kupayı kazanan gençlerbirliği, geçtiğimiz yıl antalya'da oynanan final maçında trabzonspor'a, 1 mağlup olmuştu. gençlerbirliği, bu karşılaşmayı kaybettiği takdirde bile statü gereği ülkemizi uefa kupası'nda temsil edecek. çünkü trabzonspor şampiyonlar ligi'ne katılmayı garantiledi. ligler statüsü'ne göre, türkiye kupası'nı kazanan takım şampiyonlar ligi'ne katılma hakkını elde ettiği takdirde kupa finalisti, gelecek sezon ülkemizi uefa kupası'nda temsil etme hakkına sahip olacak.

prim 350 milyar
geçen sezon kupayı trabzonspor'a kaptıran ersun yanal, a milli takım'ın başına getirildiği için gençlerbirliği'nin başında 3 maça daha çıkacak. bu yüzden yanal, kupa finaline büyük önem veriyor. kırmızı-siyahlı ekipte sakat veya cezalı oyuncu bulunmuyor. futbolcular, kupayı kazanmaları halinde toplam 350 milyar liralık primin sahibi olacaklar. karşılaşmayı gençlerbirliği adına az sayıda taraftarın seyretmesi bekleniyor.

yılmaz şenol - erhan karadağ

4 mayıs 2004 tarihli sabah gazetesinden;

gençler kapandı

türkiye kupası finalini için istanbul'a gelen gençlerbirliği sıkıyönetim ilan etti. dün öğleden sonra istanbul'a ulaşan ve ilk çalışmasını akşam g.saray'ın florya metin oktay tesislerinde yapan kırmızı-siyahlılar polat rönesans otelde kampa girdi. maç için son çalışmasını bugün akşam florya'da yapacak olan g.birliği'nde futbolculara demeç yasağı kondu.

6 mayıs 2004 tarihli sabah gazetesinden;

karadeniz köpürdü: 4-0

geçen yılki finalin rövanşında perdeyi mehmet yılmaz açtı. gökdeniz ikinci yarıda 70 ve 77'deki golleriyle işi bitirdi. augustine penaltıdan skoru belirledi. youla kırmızı kart gördü.

mutluluklar vardır. evlilik yıldönümünü kutlarsın. doğum gününü kutlarsın.. özel günlerdir bunlar. keyif alırsın. tebrikler gelir.. küçük çocuklar doğum gününde hediyenin merakı içindedirler. gençlerbirliği de iki senedir trabzon ile oynadığı türkiye kupası finalinde böyle anlamlı büyük mutluluklar yaşamak istedi. ancak ikisinde de kısmet olmadı. hele dün olamazdı da..

dedikoduları takmadı
komutan ayrılmış askerlerin kafaları ise başka yerlerde idi. ersun yanal milli takım teknik direktörlüğüne gitti. ister istemez futbolcuların motivasyonu da bozuldu. zaten yağan transfer teklifleri kafalarını karıştırmıştı. trabzon'u tebrik etmek gerekir. ligde şampiyonluğu matematiksel olarak kovalayan ve kupanın sahibi olan trabzon maç öncesinde "kupayı g.birliği'ne verir ligin son maçını da kazanır" dedikodusunu bir kenara itti. işte bu düşünce ile sahaya çıkan trabzon, 23.dakikada gökdeniz'in pasında mehmet yılmaz'ın golüyle 1-0 öne geçti. bu gol trabzon'un baskısını arttırdı. gençlerbirliği ise şaşkına dönmüştü. 29.dakikada ali tandoğan şöyle bir kaleyi yokladı. top defanstan döndü. serkan vurdu. petkoviç topu kornere gönderdi. 34.dakikada augustine, g.birliği defansını geçti kaleci botonjic'in yanından topu mehmet yılmaz'a görderdi. ancak mehmet bu çok net fırsatı harcadı. ilk yarının görünümü böyleydi. ikinci yarı başlarken tribünlerde ortak fikir "trabzon kupayı alır" şeklindeydi. 49.dakikada youla'nın pasında filip topa sert vurdu. top kalecide kaldı..

gençler nakavt oldu
olimpiyat stadı, avni aker gibiydi.. karadeniz coşkusunun hüküm sürdüğü stadda sahneye soyadı karadeniz olan gökdeniz çıktı.. 70.dakikada mehmet yılmaz'ın kafayla ceza alanı içinde indirdiği topa mükemmel vurdu: 2- 0. hem karadeniz coştu hem de trabzonspor.. sallanan gençlerbirliği kısa sürede nakavt oldu. mehmet yılmaz'ın deniz tarafından düşürülmesiyle kazanılan penaltıda gökdeniz farkı üçe çıkardı: 3-0. artık g.birliği'nin yapacağı bir şey kalmamıştı. geçen yılki gibi yine finalde kaybediyordu. 87'de yattara düşürüldü. hakeme saldıran youla kırmızı kart gördü. augustine penaltıyı gole çevirdi: 4-0. finalde kaybeden yanal, gençler'e veda ederken kupa üzüntüsünü yaşıyordu. milli takım'a böyle mi uğurlanacaktı yanal? tabii trabzon'u da tebrik etmek gerekiyor. güzel bir futbolla kupayı aldılar...

Aynı zamanda taraftar sorunlarının da olduğu bir maçtır.

"artun ünsal'ın "tribün cemaatinin öfkesi: ticarileşen türkiye futbolunda şiddet" kitabından;

türkiye kupası finalini istanbul olimpiyat stadı'nda gençlerbirliği ile oynayan ve kupayı evine götüren trabzonspor'u desteklemek için gelen trabzonsporlular, maçın ilk yarısının sonuna doğru kendi aralarında kavgaya tutuşuyorlar ve çıkan olaylarda üç taraftar çeşitli yerlerinden bıçaklanarak hastaneye kaldırılıyordu. kavga, takımları 1-0 önde olmasına karşın "küfürlü tezahüratta" bulunan bir gruba ötekilerin "trabzon sizinle rezil oluyor" diye tepki göstermesi üzerine başlamıştı. peki ama, stad girişinde polisin arama yapmasına rağmen, bıçaklı taraftarlar içeri nasıl girebilmişti? meşale konusunda olduğu gibi, "kesici ve delici" aletler konusunda da sessizlik egemendi."

bakırköyspor

sura
zafer, novak, araskiewicz isimli oyuncularını hatırladığım nadide takım. şimdilerde bölgesel amatör liginde top koşturan takımdır. 80 sonu 90'ların başı süperlig'de oynamış, stadı florya'da olan bir takım.

süperlig'de oynadıkları o nadide senelerde bir maçta bize karşı 5 gol atmışlardı.. galatasaray'a 5-3 yenildikleri maçta ise zafer isimli oyuncuları hattrick yapmış idi.

redd

sura
çok başarılı parçalara imza atmış gruptur.
dinlediğim parçaları:
ölmüyor öldürmüyor
onlar bile üzülürler
bugün herkes ölsün istedim
plastik çiçekler ve böcek
yersiz göksüz şehirler
prensesin uykusuyum
sen kendinde ol yeter
nefes bile almadan
aşk, virüs
kanıyorduk.
kirli suyunda parıltılar
falan filan
vs..

ve ben yalnız

sura
türkiye'nin ilk caz müziği yorumucusu sevinç tevs'in mükemmel bir parçası. bestesini acılar sürekli olamaz isimli bir başka mükemmel parçanın bestesini yapan selmi andak'ın yaptığı şarkı.
13 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol